Geçenlerde evde tek başıma oturup derin düşüncelere daldım. Zihnim, daldan dala atlıyor; hatıralarım ona eşlik ediyor, hayallerim de bu yolculukta bana yoldaş oluyordu. Sanki zamanlar ve mekânlar arasında bir ileri bir geri gidiyordum…
Kah 1977’nin Tavşanlı sokaklarında, kah 2000’li yılların Amerika’sında; bir an Risale-i Nur sayfaları arasında gezinirken, diğer bir an Hocaefendi ile Edremit yolculuğunda buluyordum kendimi. Bu anların içine nasıl sürüklendiğimi bile anlamadan, bir noktada aram eyledim.
O sırada, Üstad Bediüzzaman’ın İmam Rabbani’nin “Mektubat”ını okurken karşılaştığı Mirza Bediüzzaman isimli zata yazdığı mektupta geçen bir ibare aklıma geldi. Üstad, kendi döneminde yaşamış olan o Mirza’ya “Tevhid-i kıble et” diye hitap etmiş. Üstad da bu okumasını, kendi yol ayrımında bulunduğu o günlerde, kendisine yapılmış bir tavsiye gibi kabul etmiş ve demiş ki: “Tevhid-i kıble Kur’an ile olur.”
Ardından da çağının dertlerine çare olacak ayetlerin tefsirine yönelmiş.
Hocaefendi’nin vefatından sonra onu yeniden keşfetme adına kendime bir okuma programı oluşturdum ve “Fasıldan Fasıla” ile başladım. Muhtemelen o seriyi bizzat katıldığım sohbetlerden kaleme alıp yayına hazırladığım için, kitabı okurken kendimi Hocaefendi’nin huzurunda diz çökmüş, o sohbetleri yeniden dinliyormuş gibi hissediyorum. Sanki Hocaefendi vefat etmemiş ve sohbetlerini sadece bana yapıyormuş gibi… Üstad ile ilgili yukarıda aktardığım anekdot ile benim şu an yaşadığım tecrübenin kesişim noktası da işte burası.
Birinci cildin 114. sayfasındaki “Vefa İster” başlıklı sohbeti okuyorum. Dilerseniz siz de bakabilirsiniz. Hocaefendi burada bir “Uluhiyet ve ubudiyet mukavelesi”nden bahsediyor. 44 yıllık ilahiyat okumalarım ve dinlemelerim arasında, başka bir kimseden duymadığım bir yorum bu.
Aslında dayandığı temel, hepimizin bildiği bir ayet: “Bana verdiğiniz sözü tutun ki ben de size verdiğim sözü tutayım.” (Bakara 2/40). Bu ayet, İsrailoğulları’na söylenmiş bir Allah kelamı. Ayetin başında, “Ey İsrailoğulları, size ihsan ettiğim nimetleri anın!” deniyor. Bu ilahi beyanın Kur’an’da yer alması, bizlerin de aynı mesajın muhatabı olduğumuz anlamına gelir. O halde, ayeti bize nazil olmuş gibi “Ey Müslümanlar!” diyerek hatta daha dar bir açıdan, bana hitap ediyor gibi “Ey Ahmet!” diyerek okuyabiliriz.
Deneyelim: “Ey Ahmet! Sana ihsan buyurduğum, aslında yapmış olduğun çalışmalar ya da bugüne kadar sergilediğin kullukla asla erişemeyeceğin nimetlerimi hatırla ve Elest Bezmi’nde bana verdiğin sözü tut; tut ki ben de sana verdiğim sözü tutayım. Nankörlük etme; etme ki nimetlerimi devam ettireyim.”
İşte Hocaefendi’nin işaret ettiği “Uluhiyet ve ubudiyet mukavelesi” bu. Bir cümle ile Hocaefendi, bizi nereden nereye götürüyor, görüyorsunuz. “Allah ile yaptığın bir mukavele var ey Ahmet!” diyor adeta. “Zamanın öğütücü dişleri arasında kalma. Dünya telaşesine dalıp verdiğin sözleri unutma!”
Bu kadar mı? Hayır. İlerleyen satırlarda, benim “dünya telaşesi” dediğim dünyevi meşgalelere öyle atıflarda bulunuyor ki, önce zihinsel bir alabora yaşıyor insan. Ardından hemen toparlıyor: “Zihin ve kalp” diyor, “felsefe ve hikmet” diyor, “dünya ve ukba bütünlüğü” diyor. Gönüllerin itminanından dem vuruyor. En sonunda da şu sözlerle sohbeti bitiriyor, aynen aktarıyorum:
“Hâsılı, Müslüman şu anda yokuşun eteğindedir ve eğer şimdiden çürümeler başlamışsa, ilerde çok dökülenler olacak demektir. Bu sebeple, her bir çürüme emaresi, bizi dâğidâr etmeli; çürümeye mani olmak için de, her mü’min, ayıplarını yüzüne söyleyecek kardeşler edinmelidir ki, kardeşi çürüme belirtilerinin farkına vardığında hiç çekinmeden hemen onu tenkit etsin ve yolunu düzeltmesine vesile olsun.”
Bu sohbetin yapıldığı tarih 1986. 38 yıl önce bir ders halkasında, 5-10 kişiye yapılmış bir uyarı ama… Burada bırakıyorum. Gerisini herkes kendi zihin ve vicdan adesesinden meseleye bakarak tamamlamalı.TR724.COM