“İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız; bana reddediniz, gönderiniz…”
Bu ifadeler Bediüzzaman Said Nursî’ye ait. Bir grup insana söylenen bu sözler, oldukça derin bir hakikat içeriyor. Ancak bu sözleri işitenler, ilk anda bir itirazda bulunuyorlar: “Neden sana karşı olan hüsn-ü zannımızı kırıyorsun? Bizim bu hüsn-ü zannımıza sû-i zan ile karşılık veriyorsun?”
Bu itiraz önemli bir meseleyi işaret ediyor. Bediüzzaman’a duydukları güvenin sarsılmasını istemeyen bu insanlar, düşüncelerini delillerle temellendirerek tepkilerini dile getiriyorlar: “Eski padişahlar ve eski hükümetler seni haktan çeviremedi. ‘Jön Türkler’ seni kendilerine ram ve müdaheneci (yağcı) edemediler. Seni hapse attılar, susturmaya çalıştılar; sen eğilmedin, mertçe direndin. Sana büyük maaşlar teklif ettiler; kabul etmedin. Demek sen onların taraftarlığı için konuşmuyorsun, hak taraftarısın.”
Bu sözlerin ardından gelen Bediüzzaman’ın cevabı, hak ve hakikat yolunda olanlar için bir rehber niteliğinde: “Evet, hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir.”
Bu ifadeler ne kadar manidar, değil mi?
Terazinin bir kefesinde Allah’ın (cc) rızası, diğer kefesinde ise O’nun (rızasının) dışındaki her şey. İnsan hangisini tercih edecek? İlke, prensip, dürüstlük dediğimiz şey tam da budur: “Hakkın hatırı âlidir ve hiçbir hatıra feda edilmemelidir.”
Hüsn-ü Zan ve Eleştiri Dengesi
Peki, Bediüzzaman neden muhataplarının kendisi hakkındaki hüsn-ü zanlarını kabul etmedi? Hem de onlar bu düşüncelerini 4-5 maddede, hayatından örneklerle temellendirmişken? Bu soruya Üstad’ın kendisi şöyle cevap veriyor: “Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa da hüsn-ü zan edebilirsiniz; delil ve âkibete bakınız.” (Münazarat, s.173)
Bu cevap, insanların delil ve sonuçlara göre hareket etmesi gerektiğini, şahıslara karşı aşırı hüsn-ü zan içinde olmanın tehlikelerini gösteriyor. Ancak bu kadar net hakikatlere rağmen, bugün neden Müslümanlar, Hakkın hatırını feda ediyorlar? Neden Allah’ın rızasına ve Kur’an’ın apaçık emirlerine rağmen farklı yollara sapıyorlar?
Bu sorunun elbette birçok sebebi var. Bediüzzaman’ın ifadelerine kulak verelim: “Cehalet ağanın, inat efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde…”
Burada cehalet, inat, garaz, taklit ve gevezelik gibi insanı haktan, hak olandan uzaklaştıran unsurlara dikkat çekiyor. Siz bunlara menfaat, iktidar hırsı, şöhret tutkusu, makam sevdası gibi başka unsurlar da ekleyebilirsiniz. Bunların ortak paydasını ise imani bir perspektiften şöyle ifade edebiliriz: Allah’a ve ahiret gününe olan imanın zayıflığı veya seviyesizliği…
Hasılı, neticede, insanın ister bireysel ister toplumsal olarak yaptığı her iş, Hakkın değerlerine, emir ve yasaklarına uygun olduğu ölçüde anlam kazanır. “Halka hizmet, Hakka hizmettir!” anlayışı ancak Allah’ın belirlediği sınırlar içinde kaldığında geçerlilik taşır.
Bu yüzden Bediüzzaman’ın uyarısını rehber edinmek gerek: “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmemelidir.”