Dünyanın iki kıtasının kalbinde iki Müslüman.
İki göçmen.
İki belediye başkanı.
İki kıta ülkesi: Amerika ve Avrupa.
Aileleri farklı nedenlerle muhacir olmuş; ama bulundukları şehirlerde halkın ezici çoğunluğunun oyuyla seçilmiş iki isim…
Londra’nın Pakistan asıllı belediye başkanı Sadiq Khan ve
New York’un çiçeği burnunda Ugandalı belediye başkanı Zohran Mamdani.
Nefretin küllerinden doğan Umut:
11 Eylül saldırıları sonrası New York’ta Müslümanlar nefretin objesi hâline gelmişti.
Amerika merkezli İslamofobi, bir yangın gibi dünyanın dört bir yanına yayılmıştı.
2001’de Manhattan sokaklarını kaplayan o karanlık bulutların üzerinden çeyrek asır geçti.
Ve bugün…
24 yıl sonra 34 yaşında genç bir Müslüman göçmen, tarihe geçen bir seçim zaferiyle New York’un ilk Müslüman belediye başkanı oldu.
Empire Meydanı ve gökdelenleri, bu tarihi anın yankılarıyla çınladı adeta.
Resmî olmayan sonuçlara göre;; Zohran Mamdani, oyların yüzde 50,4’ünü alarak kentin yeni lideri seçildi.
Uganda kökenli bir göçmen ailenin oğlu olan Mamdani, zafer konuşmasında yalnızca bir seçimi değil, bir kimlik mücadelesini kazandığını vurguladı:
“Müslümanım. Demokrat bir sosyalistim. Bunlar için özür dilemeyi reddediyorum.”
Bu söz, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, dışlanan, hor görülen, inancından ya da kimliğinden ötürü kenara itilmiş herkesin yüreğine dokundu.
Sanki “özür dilemeden var olmanın bedelini” ödemiş milyonların sesi gibiydi.
“Müslüman eşittir terörist” zehirli algısını yerle bir etti.
Tıpkı Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan gibi…
Mamdani, “New York göçmenler tarafından inşa edildi ve bu gece itibarıyla göçmenler tarafından yönetilen bir şehir olarak kalacak” derken, aslında yalnızca Amerika’ya değil, bütün insanlığa sesleniyordu.
Nüfusunun yaklaşık %29’u bir başka ülkede doğan, 300’den fazla farklı etnisite/soy kökenden gelen, 100’ü aşkın değişik inanç ve dinî gelenekten gelen Avustralya’ya da sesleniyordu.
Göçmen olmak sadece bir coğrafya değiştirmek değil, bir ruh hâlidir.
Bir yanda yeni bir başlangıcın umudu, öte yanda sürekli “yabancı” sayılmanın ağır yükü…
Ama Mamdani, bu yükü onura dönüştürdü.
Bu mesajla yalnızca Trump’a değil, tüm dünyadaki nefret politikalarına evrensel bir cevap verdi.
Trump, geçtiğimiz Eylül ayında, 11 Eylül’ün 24. yıldönümünde, Sadiq Khan için “berbat bir belediye başkanı” demişti.
Mamdani’nin zaferi ise o ifadeye en güçlü cevaptı aslında.
Zafer konuşmasında Trump’a şöyle seslendi:
“Bir despotu korkutmanın yolu, onun iktidar kazanmasını mümkün kılan koşulları ortadan kaldırmaktır.
O hâlde Donald Trump, beni izlediğini bildiğim için söylüyorum: Sesi aç!”
Bu cümle yalnızca Amerika’daki otoriter eğilimlere değil; Türkiye’deki, Ortadoğu’daki ve dünyanın dört bir yanındaki küçük tiranlara da gönderilmiş evrensel bir mesajdı.
Her ülkenin kendi “Trump”ı, kendi “sesi kısmak isteyen” iktidarı var çünkü.
Trump da Mamdani’nin önünü kesmek için çok uğraştı. Tıpkı, Ekrem İmamoğlu’nun önünü kesmeye çalışan despot gibi…
Yıllardır yargı sopası ve medya kuşatması altında, milyonların oyuyla seçilmiş belediye başkanları buna direniyor.
Van Belediye Başkanı Abdullah Zeydan, halkın oylarıyla seçilmesine rağmen bir kalem darbesiyle görevden alınmak istendi; Van halkı ayağa kalktı, iradesini savundu.
Bu tablo bize bir gerçeği hatırlatıyor:
Despotlar, dünyanın her yerinde aynı dili konuşur; ama halkın vicdanı da her yerde aynı sesi verir.
Yıllardır Kürtlerin helal oyuyla seçilen belediyelere, şehirlere atanan kayyımlar, demokrasinin en çıplak biçimde boğulduğu alanları temsil ediyor.
Ama artık bir şey değişti:
Tıpkı Mamdani’nin dediği gibi, “Artık nefret söylemiyle seçim kazanılamayacak bir dönem başlıyor.”
Bu söz, Van’da kayyıma karşı sokağa çıkan halkın da, İstanbul’da adaletsizliğe direnen seçmenin de kalbinde yankılandı bile.
Yarınların Mamdanileri!
Zohran Mamdani’nin hikâyesinin bir başka yönü…
Bu tablo, göç etmek zorunda kalan on binlerce insan için de ilham verici.
Erdoğan rejiminin zulmünden kaçan binlerce insan, dünyanın dört bir yanında yeni bir hayat kurmaya çalışıyor.
Ümit ile ümitsizlik arasında gel git yaşıyorlar.
Kim bilir…
Belki Avustralya’da, Kanada’da, Almanya’da, Hollanda‘da sıfırdan bir hayat kuran bir öğretmen, akademisyen, doktor ya da bir gazeteci, esnaf — veya onların çocukları, Mamdani gibi, özgüvenle yeni bir sayfa açacaklar.
Bu pırıl pırıl insanlara “terörist” diyenlere farklı mağfillerden seslenecekler.
Bir gün dünyanın başka şehirlerinden bu despotluğun çarkını kuranlara seslenerek:
“Sesi aç, bizi iyi duy ey tiran ve avaneleri!”
Ne acı değil mi?
Türkiye ve İslam coğrafyası hâlâ kendi gençliğinin parlak zekâsını,süper beyinlerin hayallerini ve paha biçilmez değerlerini görmezden geliyor; kendi hazinesini kendi elleriyle berhava ediyor.
Oysa aynı gençler, başka diyarlarda özgür bırakıldığında azimleri ve bilgi birikimleriyle dünyayı değiştiren başarılara imza atıyor.
Sadece kendi gayretleriyle değil, kendilerine sunulan değer ve fırsatlarla parlıyorlar.
Onun için göç, bazen sadece bir kaçış değil.
Her zaman insanlığın vicdanının başka bir toprağa taşınmasıdır.
Yıllar yılı çeşitli despotik bahanelerle Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan binlerce insanın hikâyesi onurlu dönüşümün parçası olacağı kesin.
New York’tan Londra’ya, İstanbul’dan Van, Hakkari ve Mardin’e uzanan çizgide aynı duygu:
Onurlu, eşit ve özgür bir yaşam talebi…
Bu kadar.
Zohran Mamdani’nin sesi bu nedenle yalnızca New York’a değil; dünyanın bütün “sessize alınmış” şehirlerine yankılanıyor.
Trump’lara, Erdoğan’lara, kayyımlara aynı mesajı taşıyor:
“Biz buradayız, gürül, gürül. Sesimizi ve nefesimizi kesemezsiniz”
Ve belki de tarih, tam da bu cümleyi kurabilenlerden yazılacak. e.cansever@zamanaustralia.com.au