Namaz kıldığı için 1980’lerde ceza alan ve atılan, 2016’da ise KHK ile iki kez ihraç edilen eski subay ve gazeteci Ahmet Ünal, yaşadıklarını ve bugünkü rejimi anlattı KHK ya anlatarak; “Toplumun En Akıllı Yüzde 10’unu tasfiye etmek istiyorlar” dedi.
![]()
Hem 12 Eylül döneminde hem de 15 Temmuz sonrası süreçte iki kez kamudan atıldığını belirten Ünal, “Kırk yıl önce YAŞzedeydim, şimdi KHKzedeyim” dedi.
Ankara’da Hizmet Hareketi cemaatine yönelik soruşturma kapsamında 6 yıl 3 ay hapis cezası verilen ve dosyası Yargıtay’da bulunan Ünal, 1982’de Kara Harp Okulu’na girdikten kısa süre sonra fişlenmeye başladığını anlattı.1982’de harp okuluna girdi, namaz kıldığı için oda hapsi aldı. 1987’de “yasa dışı irticai görüşleri benimsediği” iddiasıyla ordudan atıldı. Özel sektörde tutunmaya çalıştı, yıllarca gazetecilik yaptı. 2010 referandumundan sonra haklarını geri aldı, memuriyete döndü. Bu kez 2016’da KHK ile yeniden ihraç edildi. Cezaevine girdi, “etkin pişmanlık” baskısına maruz kaldı, ama arkadaşlarını ihbar etmeyi reddetti.Hem askeri hem sivil hayatında iki kez ihraç edilen, gazetecilik yaptığı için de hedef haline geldiğini söyleyen eski subay ve gazeteci, yaşadıklarını ve bugünkü rejimle ilgili KHK TV ‘ye anlattı.
“Harp okulunda namaz kıldığım için 7 gün oda hapsi aldım”
– Harp okuluna girdiğiniz dönemden başlayalım. İlk kez devletle ciddi geriliminiz ne zaman oldu?
1982 yılında harp okuluna girdim, 1986’da mezun oldum. Daha birkaç sene geçmeden sadece namaz kıldığım için 7 gün oda hapsi cezası aldım. O zaman “Niye böyle oldu?” diye bir isyanım olmadı. Türkiye’de bir şeylerin değişebilmesi için birilerinin bazı bedeller ödemesi gerektiğini düşünüyordum. Biz o bedelleri ödedik ama ne devlet ne siyaset ne de toplum yaşadıklarımızdan ciddi bir ders çıkarmadı.
1987’de “yasa dışı irticai görüşleri benimsediği anlaşıldığından” ifadesiyle ordudan ihraç edildim. “Yasa dışı nedir, irticai nedir” belli değildi. Hukuki tanımı olmayan, kafaya göre verilen bir damgaydı. Bugün yaşadığımız süreçten çok farklı değil.
“2011’de döndüm, 2016’da KHK ile tekrar atıldım; tam bir dejavu oldu”
– Ordudan ihraç edildikten sonra hayatınız nasıl devam etti?
İhraç olduktan sonra yılmadım. Özel sektörde, özellikle basın sektöründe çalışmaya başladım. Uzun yıllar gazetecilik yaptım. 2010 referandumundan sonra haklarım iade edildi, memuriyete döndüm ama bu kez asker olarak değil, devlet memuru olarak…
1987’de ihraç edilmiştim, 2011’de mesleğime geri döndüm. Arada yaklaşık 24 yıl var. Fakat bu kez de 2016’da KHK ile tekrar ihraç edildim. Yani hayatımda ikinci kez devlet tarafından bir darbeye, bir haksızlığa uğradım. Benim için tam anlamıyla dejavu oldu. Otuz yıl arayla aynı şeyi bir daha yaşadım.
Bu süreçlerin hiçbirisi beni yıldırmadı. Atıldım, evlendim, çocuklarım oldu, hayatıma devam ettim. Yani “bir defa yaşandı, bitti” de değil; aynı filmi ikinci kez izledim.
“Devlet, kendisine yapılan hizmetin bedelini mutlaka bir şekilde ödetiyor”
– Devlete, millete, inancınıza karşı bir küskünlük oluştu mu?
Hayır. Davama, sevdiğim milletime ve iman ettiğim dinime karşı bir küskünlük yaşamadım. Şuna inanıyorum: Rızık Allah’tandır, bunu hiçbir rejim, hiçbir sistem, hiçbir toplum kesemez. Boğazımdan geçecek lokmanın sahibi bu rejim değil. Hatta çoğu zaman ben bile değilim.
Gençliğimden beri Necip Fazıl’ın, Nazım Hikmet’in, Mehmet Akif’in, Bediüzzaman’ın hayatlarını okudum; yaşadıkları sıkıntıları, sürgünleri, hapisleri… Şunu gördüm: Bu dünyada bir davaya inanıyor, bir ideal uğruna mücadele ediyorsanız, karşılığında mutlaka bir bedel ödersiniz. Devlet, kendisine yapılan hizmetin bedelini çoğu zaman size ödetir. Bu sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyle.
“Hem 1987’de hem 2017’de benden isim istediler; arkadaşlarımı satmadım”
– “Etkin pişmanlık” baskısını hem 80’lerde hem 2010’larda yaşadığınızı söylüyorsunuz. Nasıl oldu o süreçler?
İlk ihracım sırasında, 1987’de, istihbaratta çalışan bir albay bana açıkça şunu teklif etti:
“Namaz kılan birkaç kişinin ismini ver, seni atmayalım. Sen kimi dindar, kimi değil bizden iyi bilirsin. Bizi onlara karşı bilgilendir, ihbar et, beraber yaşayalım.”
Şimdiki tabirle “etkin pişmanlık” teklifiydi. Ama bunu kabul etmek demek karakterimi bozmak, arkadaşlarımı satmak demekti. Bir insan, sadece birkaç kişiyi namaz kılıyor diye ihbar ederek kendini kurtarıyorsa, aslında insanlığını kaybediyor. Ben bunu reddettim.
Aynı sahnenin bir benzerini 2017’de Sulh Ceza Hakimliği’nde yaşadım. Hakim salonu boşalttı, avukatları dışarı çıkardı. İkimiz kaldık. Bana el işaretiyle “Bir kişinin ismini ver, seni şimdi serbest bırakayım, tutuklama kararı vermeyeyim” dedi.
Dosyadaki suçlamaların hiçbirini umursamıyordu: Banka meselesi, telefon kayıtları, ByLock iddiaları… Hiçbiri önemli değildi. Önemli olan bir isim vermemdi. Yani “Bizim gibi ol, geçmişine küfret, bizi alkışla, seni kurtaralım” diyorlardı.
Bunu da reddettim. Çünkü o anda özgürlüğümü kazanabilirdim ama ömür boyu kendime bakamazdım. İnsanlığımı kaybetmek pahasına çıkacağım bir özgürlüğü istemedim.
“Orduda 45 bin kişi ihraç, 80 bin kişilik yeni kadrolaşma: Bu adalet değil rejim inşası”
– 15 Temmuz sonrası süreçte özellikle askeriyedeki tasfiyeleri nasıl okuyorsunuz?
Resmi söylemlerde “darbeye karışan” asker sayısı 8 bin denildi. Bu rakam daha sonra 4–5 bin bandına düştü. Ama askeriyeden ihraç edilenlerin sayısı 45 bin civarında. Yani yargılanan her bir kişiye karşı 10 kişi ihraç edildi.
Bununla da kalınmadı. Bu 45 bin kişinin de iki katı kadar –yaklaşık 80 bin– yeni kadrolaşma yapıldı. Bir kişiden üniformayı çıkardılar, yerine 20 kişiye yeni üniforma giydirdiler. Burada artık mesele “suç tespit etmek, suçluyu cezalandırmak” olmaktan çıkıyor; yeni bir rejim inşa etmek, orduyu baştan aşağıya “yeniden dizayn etmek” haline geliyor.Bu tablo bize şunu gösteriyor: Ortada adalet yok, suç-hukuk dengesi yok. Tamamen kadrolaşma, tasfiye ve yeni rejim inşası var.
“Toplumun aklı Pan tanrısı gibi elinden alındı; devlet de cinnet geçiriyor”
– Bugünkü rejimi ve toplumsal psikolojiyi nasıl tarif ediyorsunuz?
Eski mitolojide Pan diye bir tanrıdan bahsedilir; toplumun aklını başından alır, panik buradan gelir derler. Türkiye’de de geçmişte toplumun aklının başından alındığı dönemler oldu. Şimdi yine benzeri bir tablo var.
Bugün devlet de bir anlamda cinnet geçiriyor. Cinnet geçiren insanlara karşı sakin olmak, dikkatli olmak gerekir. Ama şu an devlet, toplumun aklını başından almakla kalmıyor, kendininkini de kaybediyor.
Toplumlar ne yazık ki baskıyla sindirilebilen varlıklar. Korku, panik, ceza… Kitleler sürüleştiriliyor. Hitler döneminde Almanya’da, Mussolini döneminde İtalya’da, Stalin döneminde Rusya’da yaşananların benzeri, farklı dozlarda bugün Türkiye’de de yaşanıyor.
Şu anda her üç kişiden birinin devlete ya da rejime muhbirlik yaptığı bir psikoloji var. Komşunuza laf ederken, telefonda konuşurken bile “Acaba bu konuşma başımıza iş açar mı?” diye düşünüyorsunuz. Böyle bir atmosferde ne sağlıklı bir yargı ne düzgün bir bürokrasi ne de özgür bir medya mümkün.
“Gazetecilik artık güvenlik riski: Birine telefon etsem, başına iş açılır mı diye korkuyorum”
– Uzun yıllar gazetecilik yaptınız. 28 Şubat’la bugünü kıyasladığınızda ne görüyorsunuz?
1980’lerin sonunda, 90’ların başında da işkenceli sorgulamalar, hukuksuzluklar vardı. Bunları haber yaptığımızda uluslararası insan hakları örgütleri arardı, meclisten dosya istenir, raporlar hazırlanırdı. Yaptığımız haberler işkence merkezlerinin kapanmasına bile katkı sağladı.
Bugün ise işkenceden, hukuksuzluktan bahsettiğinizde “Ne olmuş canım, samimi ifade almışlar” deniyor.Şu anda hiçbir gazetede kurumsal olarak çalışamıyorum. Daha önce devlet televizyonu dahil birçok yerde program yaptım, gazetelerde yazdım. Bugün beni bu halimle kabul edecek, arkamda duracak bir kurum yok. Birini ararken bile düşünüyorum:
“Bu kişiye telefon etsem, sırf benimle konuştuğu için başına iş açılır mı?”
Havale yaparken açıklamaya bile “araba tamiri, sucuk parası, zeytin-peynir” diye not düşüyorum ki kimse “Bu para trafiği yüzünden” bir daha yargılanmasın. Gazetecilik, haber kaynağını aramak bile risk haline geldi.
“KHK’lıların artık gidecek mahallesi bile kalmadı”
– Daha önceki dönem mağdurlarıyla bugünkü KHK’lılar arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?
12 Eylül’ün son döneminde ve 28 Şubat sürecinde mağdur olan insanların “gidecek mahallesi” vardı. Yani bir cemaat, bir siyasi çevre, bir dernek, bir sendika… Yalnız bırakılmıyorlardı.Bugün KHK’lıların gideceği mahalle de kalmadı. Birçok insan hakları örgütü bile kapısını kapatıyor. Siyasi partiler sizi dinlemek istemiyor. Eski arkadaşlarınız yolda görse kafasını çeviriyor, telefonlarınıza cevap vermiyor.
Üstüne bir de güvenlik soruşturmalarına “Ailenizde KHK’lı var mı, hakkında soruşturma yürütülen biri var mı?” gibi maddeler kondu. İnsanlar kendi kendini fişlemeye zorlanıyor. Böyle bir ortamda sağlıklı bir toplumsal barıştan bahsetmek çok zor.
“Cezaevine girerken kızlarımın ‘Masumsun’ demesi en büyük güç kaynağım oldu”
– Cezaevi sürecinizden biraz bahseder misiniz? Aileniz nasıl etkilendi?
2016’daki KHK ihraçlarından sonra yaklaşık 3 aylık bir cezaevi sürecim oldu. İçeri girerken iki kızım da “Baba, senin suçsuz ve masum olduğuna inanıyoruz. Bizim için önemli olan bu” dediler. Bu cümle benim için en büyük moral ve güç kaynağıydı.
Eşim de son derece net bir duruş sergiledi. Bana şunu söyledi:
“Birilerinin adını verir, ihbarda bulunursan benimle karşıma çıkma.”
Evde engelli bir çocuğumuz var; bakım gerektiren, otistik bir delikanlı. Kızlarım üniversite ve yüksekokulda okuyor. Ödenecek faturalar, geçim derdi, belirsiz bir gelecek… Buna rağmen eşim, “Eğer birini satarsan, bunun bedelini evde de ödersin” dedi.
Bu benim için çok önemliydi. Çünkü ailemin gözünde masum ve dürüst kalmak, özgürlüğümden daha değerliydi.
“Toplumun en akıllı yüzde 10’unu tasfiye etmek istiyorlar”
– Sıklıkla “toplumun en akıllı yüzde 10’u”ndan bahsediyorsunuz. Neyi kastediyorsunuz?
Bir ülkede toplumun yaklaşık yüzde 10’luk bir kesimi vardır ki; düşünen, sorgulayan, üreten, eleştiren, alternatif geliştiren kısımdır. Şu anki rejim, tam da bu kesimden kurtulmak istiyor.
Üniversitelerde, yargıda, orduda, medyada, bürokraside eleştirel düşünen ne kadar insan varsa ya KHK ile, ya soruşturmalarla, ya da fişlemelerle tasfiye edilmeye çalışılıyor. Bunun arkasından gelen ikinci yüzde 10’luk kesim de –yani geleceğin potansiyel akıllı, sorgulayıcı kuşağı– aynı şekilde bastırılıyor.
Mülakatları kaldırıyoruz diyorlar ama aslında kendilerine göre mülakat sistemi getiriyorlar. Gazetecilikte de benzerini görüyoruz: Geçmişine küfredersen, eski arkadaşlarını ihbar edersen, rejimi alkışlarsan “makbul” gazeteci olabiliyorsun. Bunun dışındaki herkesi “tehlike” olarak görüyorlar.
“Bugün Ermenilerin, Kürtlerin, Alevilerin yaşadıklarını çok daha iyi anlıyorum”
– Bunca yaşananın sizde bıraktığı en büyük dönüşüm nedir?
Belki de en büyük kazanımım, vicdanımın daha fazla gelişmesi oldu. Eskiden gazeteci olarak Ermenilerin, Kürtlerin, Alevilerin, azınlıkların yaşadıklarını yazıyordum, biliyordum. Ama bugünkü süreçten sonra artık onları çok daha derinden hissedebiliyorum.
Bir Ermeni’nin bu ülkede neler yaşadığını, bir Kürt’ün nasıl dışlandığını, bir Alevi’nin nasıl ikinci sınıf görüldüğünü çok daha fazla empatiyle anlayabiliyorum.
Eğer bu toplum bir gün “vicdanlı ve erdemli insanlar toplumu” olarak yeniden inşa edilecekse, belki de bu süreçten geçmemiz gerekiyordu. Bize bu haksızlıkları yapanlar yanlış yaptı ama kaderin ayrı bir adaleti var. Bu süreç, bize vicdanın ne olduğunu daha derin öğretti.
“Ümitsiz değilim ama bu toplumun cerahatinin akması, yaranın kabuk bağlaması gerekiyor”
– Bunca ağır tabloya rağmen geleceğe dair umudunuz var mı?
Kısa vadede, 10–15 yıllık süreçte Türkiye’de güçlü bir liberal rüzgar eseceğine dair çok büyük bir umut taşımıyorum. Çünkü toplumu birbirine küstürdüler, birbirini ihbar ettirdiler. Kimse kimsenin yüzüne rahat bakamıyor.
Beni ihraç eden, ihbar eden insanlar, benim yüzüme nasıl bakacak? Ben onlara bakabilirim, alnım açık. Ama onların gözlerini kaçıracağını biliyorum.
Bu nedenle, özellikle KHK mağdurlarının bir süre toplumdan bir adım geri durması, daha sağlıklı kalabilmek için biraz mesafe koyması gerektiğini düşünüyorum. Toplumun içinde bir cerahat birikti; bu cerahat akmadan, yara iyileşmeden eski sağlıklı hale dönmek zor.
Ama ümitsiz de değilim. Şahsen, bugün dünden daha vicdanlı bir insan olduğumu hissediyorum. Özellikle engelli oğlumla yaşarken, aileme bakarken, gazetecilikten kopmamaya çalışırken, “Bu toplum bir gün daha iyi bir yere gelecekse, vicdanlı insanlar sayesinde gelecek” diyorum.
“Gençlere ve mağdurlara mesajım: Yılmayın, küsmeyin; önce kendinizi kaybetmeyin”
– Bu süreçlere maruz kalan gençlere, KHK mağdurlarına ne söylersiniz?
Şunu gördüm: Eğer yılarsanız, küser ve köşeye çekilirseniz, önce kendinizi kaybedersiniz. Sonra millete küser, akrabalardan soğur, hatta ailenize bile yabancılaşabilirsiniz. En sonunda kendinizden de soğur, depresyona girersiniz.
Bunu yaşamamak için, “Bitti, mahvolduk” demek yerine “Yeniden ne yapabilirim?” sorusuna tutunmak gerekiyor. Ben de öyle yaptım: Aileme bakıyorum, engelli oğluma bakıyorum, yazmaya, okumaya, kendimi geliştirmeye devam ediyorum.
Ne inandığım davaya, ne sevdiğim millete, ne de iman ettiğim dine küsmedim. Bu yaşadıklarımız, yola çıkan herkesin karşısına çıkabilecek imtihanlardır. Önemli olan; kendi karakterini, vicdanını, insanlığını kaybetmeden bu süreçten geçebilmektir.