M.SAİD HİZAN-
Muhterem hocamızın geçen sene vefatından sonra, cemaat içerisinde az sayıda bir topluluğun bir arayış içinde olduğunu gözlemledim.
Sanki onlarda, “Acaba, üçüncü zat ne zaman gelecek ve bizi bu dağınıklıktan kurtaracak?” gibi bir beklenti sezdim.
Bu durumu dikkate alarak, onlara Bedizüzzaman’ın şu sözlerini hatırlatmak istedim:
“…bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaî ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslamiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.
Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nispeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor. Rivâyât-ı hadisiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır.
Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslamiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile, o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar. Hem bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor.
Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı manevide ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un hakikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevisine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mukabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder…
Amma, benim gibi aciz ve zayıf bir biçarenin, böyle binler derece haddimden fazla bir yükü yüklemek tarzında şahsımı, medâr-ı nazar etmemeli”.
Sonra aklıma Manṭıḳu’ṭ-ṭayr adlı kitapta geçen bir masal geldi: “Bir ülkede kuşlar kendi aralarında toplanıp hiçbir ülkenin padişahsız olmadığını, padişahsız bir ülkede nizam ve intizam kurulamayacağını konuşurlar.
Aralarında bulunan hüdhüd bu konuda onlara yol göstereceğini söyler ve hüdhüdün öncülüğünde kuşlar toplanırlar. Fakat yolun uzak ve sıkıntılı olduğunu anlayınca bülbül, papağan, tavus, kaz, keklik, hümâ, doğan, balıkçıl, baykuş ve diğer bazı kuşlar, birer mazeret ileri sürerek, yolculuktan vazgeçmek isterler.
Hüdhüd kuşların hepsine mantıklı cevaplar vererek onları ikna eder. Sonunda bütün kuşlar hüdhüdün kılavuzluğunda yola çıkarlar. Yolculuk esnasında bitkin ve yorgun düşen binlerce kuş, hüdhüde yine sorular sorarlar.
Hüdhüd her birinin sorularına cevap verir ve onların şüphelerini giderir. Onlara, önlerinde “talep, aşk, mârifet, istiğna, tevhid, hayret, fakru fenâ” denilen yedi vadinin bulunduğunu, bunları geçince padişahları olan sîmurga ulaşacaklarını anlatır. Tekrar yola koyulan kuşlardan sadece otuzu hasta ve yorgun durumda bu vadileri aşıp yüce bir dergâhın önüne ulaşır.
Burada bir postacı onları ziyaret eder, onların sîmurgu aradıklarını anlar, onların önlerine birer kâğıt parçası koyar ve onu okumalarını ister. Kâğıtları okuyan kuşlar bütün yaptıklarının orada yazılı olduğunu görüp şaşırırlar. Bu sırada sîmurg da tecelli eder. Fakat gördükleri sîmurg kendilerinden başka bir varlık değildir. Sîmurgda kendilerini, kendilerinde sîmurgu görüp hayretler içinde kalırlar.
Derken bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz ve o yüzden otuz kuş göründünüz. Daha fazla veya daha eksik gelseydiniz yine o kadar görünürdünüz. Çünkü burası bir aynadır.” Neticede hepsi sîmurgda fâni olur ve artık ne yol ne yolcu ne de kılavuz vardır. Gölge güneşte kaybolur. Menzil-i maksûda vâsıl olan otuz kuş, aradıkları sîmurgun kendileri olduğunu anlarlar”.
Düşünsenize…
Belki de o Kaf Dağı’nın ardında aradığınız üçüncü zat, bizzat sizsiniz.
Muhterem hocamızın “Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman?
Nerdesin, hayâllerimizin güvercini, rüyâlarımızın üveyki?
Nerdesin ‘ba’su ba’del-mevt’ imizin müjdecisi?
Izdırab dolu günlerimizde, uykusuz geçen gecelerimizde hep yolunu bekleyip durduk.
Ufkumuzda beliren her karaltıya, ‘bu O’dur’ deyip, ‘seniye-i vedâ’ türküleriyle yollara döküldük.
Guruplara kadar beklediğimiz nice günler vardır ki; kolumuz, kanadımız kırık evlerimize dönerken, zambaktan hülyalarımızla teselli olup durduk.
Her yeni gün, bizim için tasa ve kederden esintilerle gelip ruhumuzu ezerken, düşmanlarımız esirdikçe esiriyor ve ortalığı şamataya boğuyorlardı; gelmeyecek Mesih soluklu, Heraklit pazulu diye…” diye gelişini müjdelediği kahraman, aslında dünyanın farklı yerlerinde kendini davasına adayan hasbiler ordusudur.
Kim bilir?
Referanslar:
Bedizüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi – Ehemmiyetli bir hocanın Üstad hakkında ziyade hüsn-ü zannını tadil etmek münasebetiyle Emin ve Feyzi’nin o hocaya gönderdikleri bir mektup.
Ferîdüddin Attâr, Manṭıḳu’ṭ-ṭayr
- Fethullah Gülen, Çağ ve Nesil