İbrahim, elbiseleri ile bir yaygının üzerinde öylece oturuyordu. Melek cennetten getirdiği bir gömleği İbrahim’e giydirmiş ve onu yanında getirdiği bir yaygının üzerine oturtmuştu. Ateş, İbrahim’de yakacak bir şey bulamamıştı. İbrahim’in ateşi mazlum milletlerin fecir meşalesi oldu. Bu bir kişinin alevlerin arasından yürüyüp çıkışı değildi, Millet-i İbrahim’in doğuş meşalesiydi. Gerçekte ise Nemrut ateşe İbrahim’i değil, kendini atmıştı. Benim sevincime sınır yoktu… İbrahim hep şöyle derdi: “Dünyada en çok zevk aldığım an, ateşin içinde kaldığım o yedi gündür.”
Büyük bir bahçe kapısının önüne geldiğimizde Filistinli rehberimiz Mahir Bey, “işte burası, ağaç bu bahçenin içinde ”dedi.Demir kapının parmaklıkları arasından uzaktaki bir ağacı işaret etti.İçinde köşklerin, evlerin bulunduğu ucu bucağı görünmeyen büyük bir bahçenin ortasında yeşil ve gür yapraklı ağaçların arasında iskeleti çıkmış bir ağaç duruyordu.
“İşte o dalları kuru ağaç” dedi.
“Yanına gidemez miyiz?” dedim.
“Ben 35 sene önce bir kere bu bahçeye girebildim, bahçe Rus bir aileye ait ” dedi.“Ama bizim girmemiz lazım, biz peygamberî davetin ayak izlerini sürmek için buradayız” dedim.Rehberimiz Mahir Bey acı acı gülümsedi.“Bu mümkün değil” dercesine başını iki yana salladı. Bahçe kapısının girişinde ne bir görevli ne de bir başka insan vardı. Ses mesafesinden çok uzaklardaki evler de oldukça ıssız görünüyordu. Yüzlerce dönüm arazide canlı bir emare yoktu.Dakikalar ilerledikçe ümidimiz de azalıyordu ki uzaklardan bir motor sesi duyuldu. Ses gittikçe yaklaşıyordu. Az sonra bir motosikletin üzerinde birisi, büyük bir tehlikeyi haber almış acil posta tatarı gibi son sürat bize doğru geliyordu.Bizi kameradan görmüş olmalıydı. Gelen Filistinli genç bir Arap’tı.
“Buyurun beyler!” dedi.
Sesinin tonunda buralar benden sorulur, edası vardı.Kırık dökük Arapçamla; “Kapıyı açar mısın? İçeri girmek istiyoruz.” Dedim.
“Yasak” dedi, kararlı bir tavırla.
“Ama biz tâ Türkiye’den geliyoruz” dedim.
Birden esmer yüzü ışıldadı.
Sevecen bir sesle; “Türkiye’den mi?”
Hemen cebinden anahtarı çıkardı ve demir kapıyı ardına kadar açtı:
“Buyurun kardeşlerim!” dedi.
Önce derin bir nefes aldık. İnsanın önünde duran kapalı kapıların birden sonuna kadar açılması ne güzel bir duyguydu Ya Rabbi! Sanki cennete girmiş gibi sevindik.Ballût Ağacı’na kavuştuğumuzda gövdesinin ve dallarının demir kelepçelerle tutturulmuş olduğunu gördük. Asırlara direnmişti ama sonunda dizlerinde derman kalmamış, destek almadan ayakta durması imkânsızlaşmıştı. Evlatlarından sonraya kalmış, yüreği yanmış, yana yana bitmiş, tükenmiş bir anaya benziyordu… Gözlerinde yaş, damarlarında kan yoktu.
Biz sustuk…
Ballût dile geldi:
“O güzel günlerin özlemiyle öyle yanık ki yüreğim… Kurudu, eridi dallarım. Gördüğünüz gibi gelenin geçenin acıyacağı bir hale düştüm.Bir zamanlar benim de göklere uzanan dallarım vardı. İbrahimler, İshaklar, Yakublar sırtını dayardı gövdeme.
Yakub, Yusuf’unu burada bekledi.
Yusuf’una ağlaya ağlaya gözleri burada görmez oldu.Yusuf’unun kokusunu burada aldı. Yusuf’un gömleği burada can oldu babasına.Hazreti İbrahim, sık sık gelirdi buraya. Koyunlarını, kuzularını burada otlatırdı. O sırtını gövdeme dayadığında bir dağın bana yaslandığını hissederdim. Köklerimden dallarımın uçlarına kadar bir mutluluk yayılırdı. Güneşten kıskanırdım onu. Gerçi ateş bile onda yakacak bir şey bulamamıştı, güneş nasıl yakacaktı ama olsun ben yine de bütün dallarımı, yapraklarımı onun için seferber ederdim. Büyük imtihanlar geçirmiş büyük bir peygamberi misâfir etmenin huzur ve heyecanı yer değiştirir dururdu yüreğimde.Ne zaman ne olacağı hiç belli olmazdı. İbrahim olmak kolay değildi.O sadece İbrahim değildi aynı zamanda Halil’di, Allah’ın “dostum” dediği insandı.Hazreti İbrahim, kendi döneminin en zenginlerinden sayılacak kadar servet sahibiydi. Vadiler dolusu koyunları, kuzuları vardı. Tepelere, vadilere göz alabildiğince yayılan sürülerine beş bin kadar çoban köpeği eşlik ederdi.Zaman zaman Hacer Annemiz kucağında İsmail’le gelirdi. O vakit dallarım beşik olup İsmail’i sallardı.
Bir gün Sare ile bir komşu kadın gölgemde oturuyorlardı.
Zaman zaman Hazreti İbrahim’in soylu ve güzeller güzeli hanımı Sare de gelirdi.
Bu topraklara geliş hikâyelerini bir komşu kadına anlatırken dinlemiştim ondan:
“Biz Babil’deniz.” diye başlamıştı Sare sözlerine.
“Henüz daha İbrahim’le evli değildik ama gözüm ve gönlüm hep İbrahim’in üzerindeydi. İbrahim, Babil’in en soylu, en içli delikanlısıydı. Onun yolda yürüyüşü bile bir başkaydı.Nemrut kendisini Tanrı biliyordu. İbrahim’se, “ben batıp gidenleri sevmem, ben yüzümü arzın ve semaların yaratıcısından başkasına çevirmem” diyordu. (Enam, 76)
İbrahim bir bayram günü elindeki baltayla bütün putları parçalayınca olan oldu. Putların devrilişinden bir yangın tutuştu Babil’de.İbrahim yedi yıl zindanda kaldı. Her türlü işkenceye göğüs gerdi. Aç ve susuz bırakma, işkencelerin en hafifiydi.Yedi yılın sonunda baktılar ki davasından dönmüyor, yakılarak öldürülmesine karar verildi.Mademki İbrahim inanmayanların ateşe atılacağını söylüyordu, öyleyse cezası ateşe atılmak olmalıydı.
Öyle bir ateş olmalıydı ki herkes ibret almalıydı. Bir yıl boyunca herkes odun taşıdı. Dağlar gibi odun yığıldı.İbrahim, onları inançsızlık ateşinden, cehennemin alevlerinden korumaya çalışırken, onlar onu cehennem gibi ateşlerde yakmaya karar verdiler.Yüklerle odun devşirdiler, dağlar gibi odun yığdılar.
İmansızlık çırasıyla ve putların intikam ateşiyle tutuşturdular odunları. Dağlar gibi alev dalgaları devrilmeye başladı göklerden. Kıvılcımlar kıvılcımları kovalıyordu.
Başlarını göklere doğru uzatarak ağızlarından ateş püsküren milyonlarca yılan gibi ıslıklıyordu odunlar. Alevler gökleri tutuyordu.
Üzerinden uçan kuşlar yalımından içine düşüyordu.
Bütün Babil halkı seyir için toplanmıştı.
Nihayet, başları miğferli silahlı askerler, elleri, kolları bağlı bir halde İbrahim’i getirdiler.
İbrahim yalnızdı.
“Durun ne yapıyorsunuz? Rabbim Allah dediği için mi bir insanı yakıyorsunuz” diyecek hiç kimse yoktu.Babası Azer bile oğlunun yakılması için Nemrut’un yanında yerini almıştı.Hâlbuki babasının iman etmemesinin acısıyla İbrahim’in “Babacığım! Babacığım!” feryatları, değil sadece dünyada mahşer meydanında bile yankılanacak bir çığlığa dönüşecekti.Nemrut, kılıçları güneş ışığında parlayan binlerce askerin arasından geçerek seyir yerindeki tahtına oturdu.
Mancınığı getirdiler.
Mütevekkildi. Dudakları kıpır kıpırdı.
Hiç yalvarmadı, hiçbir talepte bulunmadı, hiç feryat etmedi.
Yüzünde hiçbir korku emaresi yoktu.
Herkesin yüreğinde farklı dalgalanmalar vardı. Ben de İbrahimsiz nasıl yaşayacağımı düşünüyordum, yaşlar gözümden sel olup akıyordu.
Müminler ağlıyor, melekler ağlıyordu.
İbrahim, alevleri gökleri tutmuş bir ateşin önünde, mancınığın üstünde öylece duruyordu.
Vakurdu.
Bütün hazırlıklar tamamdı.
“Dünyada en çok zevk aldığım an, ateşin içinde kaldığım o yedi gündür”
O gün ateşe su taşıyan karıncadan başka yeryüzünde İbrahim’e yardım eden hiç kimse yoktu.Bulutlar: “Ya Rab! Ne olur izin ver ağlayalım, bugün değilse ne gün…” diye yalvarıyordu.Nihayet Nemrut’un bir el işaretiyle, mancınığın başında duran adam, İbrahim’i alevlerin ortasına fırlattı.İbrahim önce göklere doğru yükseldi, sonra alevlerin içine doğru süzülmeye başladı.İbrahim düşmanlarında sevinç çığlıkları…
İbrahim gözlerden kayboldu. Alevlerin arasına daldı.Her şey susmuş, her bir nesne lal kesilmiş, sebepler bitmiş, tükenmişti.Her şeyin bittiği, her şeyin tükendiği, her bir varlığın sustuğu bir anda şelaleler gibi bir ses döküldü göklerden:“Ey ateş! Soğuk ve selametli ol İbrahim üzerine.” (Enbiya, 69)Ateş günlerce yanmaya devam etti. Herkes İbrahim’in yandığını, kül olduğunu sanıyordu. Bir hafta sonra ateş yavaş yavaş harını kaybetti. Bütün Babil halkı İbrahim’den bir iz kaldı mı diye sönmeye yüz tutan ateşe doğru koştu.
Gördükleri karşısında küçük dillerini yuttular.
İbrahim, elbiseleri ile bir yaygının üzerinde öylece oturuyordu.Melek cennetten getirdiği bir gömleği İbrahim’e giydirmiş ve onu yanında getirdiği bir yaygının üzerine oturtmuştu.Ateş, İbrahim’de yakacak bir şey bulamamıştı.İbrahim’in ateşi mazlum milletlerin fecir meşalesi oldu.
Bu bir kişinin alevlerin arasından yürüyüp çıkışı değildi, Millet-i İbrahim’in doğuş meşalesiydi.
Gerçekte ise Nemrut ateşe İbrahim’i değil, kendini atmıştı.Benim sevincime sınır yoktu… İbrahim hep şöyle derdi:“Dünyada en çok zevk aldığım an, ateşin içinde kaldığım o yedi gündür.”