Süleyman Demirel’in unutulmaz sözü, “Nerede kalmıştık?” 12 Eylül darbesi ve siyasi yasakların ardından siyaset sahnesine dönerken söylemişti. Yazı hayatından o kadar uzak kalmadım. İki ay bile olmadı. Ama hayatını yazıya göre tanzim eden biri için bu kısa süre bile çıldırtıcı. Gün uzadı ay oldu, hafta uzadı yıl oldu sanki.
Son günlerde günlüklerine ‘Ne çok acı var’ diye başlayan Cahit Zarifoğlu’nun ‘Yazmak acılarımı hafifletiyor’ tesellisini hatırladım sık sık. Psikolojim Sait Faik’in ‘Yazmasaydım deli olacaktım’ dediği gibi de ağır değil. İtiraf edeyim ki yazmanın hafifletici, insanı terapi eden yanı var.
Yazar yalnızlığını tek başına yaşamak için adaya çekildiğinde şöyle düşünmüştü: ‘Söz vermiştim kendi kendime.. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi. Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti. Yapamadım. Koştum tütüncüye kağıt kalem aldım, oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.’
Artık kağıt ve kalem yok. Gazetecinin parçası daktilo ömrünü tamamladı. Yazı için küçük bir tablet yeterli. Hatta maharetli eller için akıllı telefon dahi kâfi. Ama çay dünün de bugünün de vazgeçilmezi. Masanın bir köşesinde duracak. Beyin damarları onsuz açılmaz.
Demirel’in sözüyle başladım çünkü kendimi darbeyle yönetimden uzaklaştırılmış siyasetçi gibi hissediyorum. Askeri darbeyle, kayyım kararı arasında bir fark yok. Kayyımlar gazete binasına silahların gölgesinde geldi. Hatırlayın o geceyi. Yüzlerce polis ve TOMA… Askeri darbeden ne farkı var?
Hukuk mu? Darbeci generallerin de meşruiyetlerini dayandırdığı bir 35. maddesi vardı. Demokratik bir ülkede darbe ne kadar meşru ise kayyım kararı da o kadar meşru. O yüzden kayyım ve yönetimini gayrimeşru görüyorum. Olağan hukukta ‘kayyım müessesine’ itirazım yok. Ama AKP son müesseseyi murdar etti.
Kayyımlar dünya medya tarihinin fiyaskosuna imza attı. Türkiye’nin en çok satan gazetesi olarak aldıkları Zaman’ın satışını 2 binlere düşürdü. Hiç şüphem yok; bu hem içeride hem dışarıda belgesellere, üniversitelerde doktora tezlerine konu olacak. Ne dünyevî hukuk ne uhrevî hukuk bu kayyım uygulamasına asla cevaz vermez. Kayyım ve yöneticilerinin vay haline.
Maalesef bu topraklarda böyle olağanüstü dönemler sık sık yaşanır. Hukuk gücün emrine girer. Ama bir süreliğine… Bu sürecin de bir sonu var. Tarihin akışını değiştirmeye çalışmak beyhude. Bunu da en iyi siyasetçiler bilir. Ankara gazetecileri bilir. Necmettin Erbakan 1995 Aralık’ında iktidar yaptığı Refah Partisi kapatıldığında “Anayasa Mahkemesi’nin kararı tarihin akışı içinde basit bir noktadır. İnancın önüne engel konamaz.” demişti. Ve konamadı da. Yapay duvarlar yıkıldı. Irmak yatağına geri döndü. O gün atılan tohumlar serpildi. AK Parti’nin iktidarıyla sonuçlandı.
İşin tezat tarafı, bu serancamı yaşamış siyasi kadroların bugünkü olağanüstü dönemin aktörleri olmaları. Demokrasi ve adalet vaadiyle yola çıkan AK Parti’nin belli bir süre sonra AKP’ye dönüşmesi. Kısa sürede hukuksuzluğun, yolsuzluğun ve zulmün odağı haline gelmesi. Yasakların savunucusu olması. Ne kötü bir final. Bugün AKP zindanları masum insanlarla dolu. Yüzlerce, binlerce kişi. AK Parti, AKP’ye dönüşerek adını tarihe altın harflerle yazdırma fırsatını heba etti. Hem kendine yazık etti hem de ülkeye…
Söz uzadı. Demek istediğim şu olağanüstü dönemlerin kararları da, uygulamaları da geçici. Olağanüstü dönemle sınırlı. Bir ömürlük değil, mevsimlik. Ve asla tarihin önünde durulmaz. İnancı yok edecek bir silah henüz icat edilmedi. Edilemez de.
Biraz Ankara diliyle yazmaya çalıştım. Umarım meramımı anlatabilmişimdir. Bundan sonra buradayız. Elimden geldiğince en yalın haliyle siyasetin nabzını yansıtmaya çalışacağım. Bize son durak Karacaahmet ve “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız.”