Bugünkü medya düzeninin ilk kurbanlarından biriydi Ece Temelkuran. Dönemin başbakanı Erdoğan’ı eleştirdiği için Habertürk’ten kovulmasının üzerinden dört yıldan fazla zaman geçti. “Kıyıdan” bildirdiği köşesi elinden alındı ama o yazmaktan, konuşmaktan geri durmadı. ‘Muz Sesleri’nin ardından ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ ve ‘Devir’ adıyla iki roman daha yayınladı. Kitapları çok sattı, yabancı dillere çevrildi. Le Monde Diplomatique, Guardian, Al Akhbar gibi gazetelerde makaleleri, Türkiye analizleri yayımlanıyor. Her hafta pazartesi günleri bu sayfada yer alacak ‘Konuştukça’nın ilk konuğu Ece Temelkuran’la yaşadıklarımızı konuştuk.
Medyada köşesini ilk kaybedenlerdensin. Hiçbir gazetede yazmıyorsun, ekranlarda göremiyoruz seni. Böyle daha mı mutlusun?
Kimsenin mutlu olduğunu düşünmüyorum. Sadece yenik taraf mutsuz değil, yenen taraf da mutsuz. Hem mutlu olacak bir durum da yok. Yazı yazan insanların mutlu olmak diye bir derdi olamaz zaten. İnsanın güzellik diye bir meselesi, düşünmek diye bir sorumluluğu var. Düşünebileceğim ve bunu ifade edebileceğim yerleri bulmaya çalışıyorum. Genellikle yurtdışında dergilere, gazetelere yazılar yazıyorum.
Dışarıda bir şeyler anlatmaya çalışmak yorulduğun ve umutsuzluğa kapıldığın anlamına mı geliyor?
Bu benim seçimim değildi. İşten ilk atılanlardanım. Atılmak, yaşananların en hafif tarafıydı. Sonraki süreçte sadece bu ülkede yazı yazamayacaksın denmedi bana, aynı zamanda bu ülkede hiçbir biçimde varolamayacaksın dendi. Çeşitli şekillerde ifade edildi bu. Öte yandan şöyle de bir durum var. Konuşma ve düşünme platformu yok edildiği ve her şey uzun zamandır karşılıklı tribünlerin ıslıklaması haline dönüştürüldüğü için benim orada yerim olduğunu düşünmedim. Durum böyle olunca incelikli düşünme olasılığı da ortadan kalktı. Garip bir öfke ve nefret kültürü oluştu. Taşralılıktan kaynaklanan olağanüstü bir kabalık bütün ilişkilerimizi ele geçirdi. Bunu yaralayıcı buluyorum. Bu kabalaşma bizi öyle bir yere çekti ki bugün “çocuklara tecavüz etmeyin” diyoruz. Karşı taraf da çocuklara tecavüz edenleri savunmaya çalışıyor.
Kabalaşma birden mi oldu?
Bu bir anda olmadı. Başta siyasal iktidar olmak üzere herkes bu inişi başlattı, alevlendirdi ve destekledi. Benim bugün Türkiye için en üzüldüğüm şey ‘altta kalanın canı çıksın, kaybeden ölsün’ anlayışının; bu merhametsizliğin, bu tahammülsüzlüğün baş tacı ediliyor olması. Hopa’da Metin Lokumcu’nun öldürülmesi sırasında birileri ‘O zaten siyasal iktidara karşı gelmişti. Zaten ölecekti’ dediği zaman ‘bir dakika, bu ülkeye ciddi bir şeyler oluyor’ dememenin bedeli bugünkü tablo. Türkiye hiçbir zaman barışçıl bir sosyal hayatı olan bir ülke olmadı. Her zaman tahammülsüzlük ve nefret vardı ama bu nefretin baş tacı edilmesi yeni olan şey.
Çizdiğin bu tabloya yüksek sesli bir itiraz göremiyoruz…
İnsanlar elinden geleni yaptı. Böyle düşünmek lazım. Demek ki elimizden gelen buymuş. Daha ne yapacaklardı ki? Sokaklara çıktılar, çocuklar öldü. Bunlar için yeniden çıktılar… 1 Kasım seçimlerinden sonra insanlarda ‘Biz bu ülkede siyasal bir alternatif üretemiyoruz.’ kanaati oluştu. Şimdi herkes, canını kurtarmak isteyen kaçsın havasında. Bugün birçok insan yurt dışına çıkıyor ya da çıkmayı düşünüyor. Önümüzdeki dönemde Türkiye’den ciddi bir beyin göçünün olacağını düşünüyorum.
Son yıllarda ortak bir sevincimiz, ortak bir yasımız bile yok. ‘Bize ne oldu?’ sorusuna bir cevabın var mı?
Toplumlar hastalanabilirler ve biz de hastalandık. Bu sadece karşıt kutuplar arasında bir korkunç nefret ve öfke değil. Kişisel ilişkiler, evlilikler, arkadaşlıklar, ahbaplıklar bunlar da çürüdü, çürüyor. Bu ülkenin yüzde ellisi kendini çeşitli biçimlerde yenik hissediyor. Ve yenilmek sadece yenilmek değildir. Beraberinde bir sürü duygu getirir. Üzüntü, öfke, nefret, düşmanlık, çözülme.. Herkes bunlarla baş etmeye çalışıyor. Bir ülke düşünün ki yüzde ellisi travmatize olduğunu biliyor. Diğer yüzde ellisi travmatize olduğunun farkında değil. Bir tecavüzün gerçekleştiği vakfı savunmak zorunda kalmak büyük bir travmadır.
Sendeki baskın duygu ne peki?
Üzüntü… Çok üzgünüm. Bu ülke daha iyi bir hayatı hak ediyordu. Bu üzüntünün beni öldürmemesi için kendimi tanıklık mesafesinde tutmaya çalışıyorum. Çünkü ben yazı yazıyorum. Şunu da görelim. Bu ilk kez bizim başımıza gelmiyor. Birçok İranlı, Afganistanlı, Lübnanlı, Iraklı yazar bu süreçlerden geçti. Kendi ülkelerinde istenmediklerini yaşayıp gördüler. Bazıları intihar etti, bazıları başka ülkelere gitti, bazıları hayata küstü. Amerika ve Avrupa’da büyük bir ülkesizler ülkesi var. Ben de ülkesizler ülkesinin vatandaşlarından biri olabilirim diye korkuyorum. Üzüntüyle görüyorum giderek benim hikâyem onların hikâyesine benziyor.
Türkiye’de yaşanan bu olağanüstülüğün bir adı var mı?
Rejim değişikliği yaşanıyor ülkede. ‘Başkanlık sistemi gelecek. Başka bir ülke olacak Türkiye, siz de buna alışacaksınız’ dendiğinde tabii ki rejim değişiyor. Neo liberal politikalarla taşracılığın baskın olduğu bir muhafazakârlığın birleşiminde başka bir ülke kuruluyor.
Cemaat kendini doğru savunamadı
Gülen cemaatine karşı girişilen operasyonları takip edebiliyor musunuz?
Evet, yakından takip ediyorum. Cemaat’e politik olarak saldırıldı ama cemaat kendini politik olarak korumadı. Kendini “politik bir topluluğuz biz” diye savunması gerekiyordu. Çünkü Cemaat’e buradan saldırıldı. Yalnız şu var: Filler tepişirken masum insanların kurban gittiğini görüyoruz. Ülkede herkes için çember giderek daralıyor. Çemberin daraldığını anlamak için çemberin seni dışarıda bırakmasını beklememek gerekiyor. Siyasal iktidarın ‘biz’ dediği şey sonunda bir kişiye inecek. Ama bunu bekleyip görmek istiyorlarsa buyursunlar görsünler.
“Cemaat hak etti” deyip susan hatta sevinç duyan gazeteci-yazarlar var…
Ben bunu söylemem. Tamam arada senin düşmanın mahvoluyor ama olup biten şeyin esası hukuk duygusunun ortadan kalkması. Bu sadece Türkiye’deki hukuk sistemini sarsmaz, aynı zamanda kişisel ilişkilerimizdeki hak hukuk duygusunu da yok eder. Hukuk duygusunun sarsılması taa Ergenekon soruşturmaları sırasında başladı. Dün de bugün de ben hukuku savunuyorum. Çünkü zayıf olanı devletten ve güçlü olandan hukuk korur.
Erdoğan, çok uluslu bir projeydi
Ülkede olan biteni sadece Erdoğan üzerinden okumak doğru bir okuma biçimi mi?
Avrupa’da, Amerika’da da böyle okunuyor hikâye. Sağ olsun entelektüellerimiz de bu okumayı dışarıya çok güzel paketliyorlar. ‘Tek sorunumuz Erdoğan, o gitse her şey düzelecek’ demek yanlış. Ben Erdoğan’a haksızlık edildiğini düşünüyorum. Bunları tek başına Erdoğan yapmadı. Erdoğan ve AKP, siyasal ve toplumsal bir projeydi.
Kimin projesiydi?
Çok uluslu bir projeydi. 11 Eylül’den sonra yeni bir sistem kurulması gerekiyordu . O dizginlenemez radikal öfkenin bir modelle ehlileştirilmesi gerekiyordu. ‘Sivil topluma bütün haklarını verirsek bunu neo liberalizmle birleştirirsek Amerikan tarzı bir demokrasi elde ederiz.’ dendi. Türk modeli dedikleri bir projeydi, çöktü. O modelin kurban kobaylarıyız. Hâlâ Batı entelijansıyası ‘adam yanlış değil, model yanlış’ demekte çok isteksiz.
………………………………………………………………………………………………
İKİYÜZLÜLÜK KURUMSALLAŞTI
“Bu siyasal iktidar döneminde birtakım insanlar zenginleşti, büyük servet sahibi oldular. Fakat görüyorum ki yaşam anlayışları tamamen Araplaştı. Bu onlar için de kötü bir şey, yaşayıp görecekler. Çünkü paralel hayatlar yaşamaya başladılar. Parası olan için özgürlükler var. Kapalı alanda muhafazakâr değerlere aykırı her şeyi yapabilirsin ama dışarıda muhafazakâr görünmek zorundasın. Bu Arap yarımadası hayat biçimidir. Bu ikiyüzlülüğü getiriyor. İkiyüzlülüğü kurumsallaştırıyorlar. Bu onlara da zarar verecek.”
……………………………………………………………………………………….
GEZİ HÂLÂ KİMSENİN ALANI DEĞİL
Gezi, politik bir iklimi değiştirdi. Taksim meydanına ve Gezi’ye baktığımızda bir inşaat görüyoruz. Siyasal iktidarın ülkeyi tam anlamıyla toplumu kendine ikna edemediğinin bir göstergesi. Olmakta olan ama bir türlü olamayan bir yer burası. Evet, o çocuklar alamadılar ama öbürküler de alamadı. Böyle duruyor ortada hâlâ. Türkiye’nin siyasal durumunu sembolize ediyor. Buraya bakınca inşaat görüyorsun. Kimsenin alanı değil hâlâ burası.
………………………………………………………………………………………..
KÜRTLER TARİH SAHNESİNDE!
Bugün ki yerel siyaset ne olursa olsun Kürt toplumu kültürel ve siyasi bir olgunluğa ulaştı. İki jenerasyon yetişti. Feodal ilişkilerin dağıldığı, eğitimli insanların Kürt hareketini temsil ettiği bir döneme girdik.. Bu daha önce modern tarihte olmuş bir şey değil. Bugün tepelerine bomba yağıyor olabilir fakat bu yetişmiş iki jenerasyon Kürtleri tarih sahnesinde sadece Türkiye’de değil bütün bir bölgede çok daha görünür hale getirecek. Bunlar temenni değil, tahminim.