Ağırlıklı olarak gündem, siyaset ve diğer gelişmelerin arasında bazen boğuluyoruz.
Siz değerli okuyucuları da buna sürüklüyoruz.
Ama asıl değerlerimizi yansıtan ve bize yön veren yazıları da sık gündeme taşımalıyız.
İşte bu yazı o yazılardan biri olacak.
Fırsat buldukça yeni çıkan kitapları okumaya çalışıyorum. Bunlardan biri de Ahmet Kurucan hocamızın, “Hatırdan Satıra-1” kitabı. Ankara İlahiyat Fakültesini bitirdikten sonra, Hocaefendi’nin yanında talebelik yaptığı(1985-1988) yılları anlatmış. Ben şahsen çok istifade ettim.
Kitapta iki şeyi öne çıkartmış.
Birincisi; Hocaefendi’nin ulema kimliği, bir diğeri ise insanî yönü.
Ali Bulaç’ın deyimiyle Hocaefendi, Osmanlı’dan bize tevarüs ettirilen ulema geleneğinin son temsilcisi.
Ben, kitaptan anlatacağım iki örnekle, Hocaefendi’nin ulema kimliğinden ziyade, onun insanî yönü üzerinde durup konuyu bir yere bağlamak istiyorum.
İlki şu. Hocaefendi, İstanbul ve İzmir vaazları yaptığı yıllarda Kurucan hocamız, İstanbul’a onunla beraber gider.
Daha önceden de bu yolu kullandıkları için gidiş-dönüş yolunda, genelde durdukları yer bellidir.
Ancak, bu sefer oraya gelmeye yakın Hocaefendi Cevdet Beye, “devam” dedikten sonra: “Bugün başka bir yerde mola verelim.” der.
Dediği yer ise Karacabey’e yakın levhasında ‘Uluabat’ yazan bir lokantadır. “Taze Alabalık” levhası asılı olan bu yere daha çok kamyoncular uğramaktadır. Hocaefendi, eliyle işaret ederek, “Burası” der. Arabayı park ettikten sonra, nehir kenarındaki masaya doğru yürürlerken Hocaefendi: “Mangalda alabalık yiyelim bugün” der. Fakat, bu cümleyi söylerken takındığı ciddi tavrı birden bırakıp gülerek: “bendensiniz!” der.
Malum bu söz, “Hesabı ben ödeyeceğim.” demektir.
Hocaefendi’nin bu hareketi hem fıtri ve hem onun da bizim gibi sade bir insan olduğunu gösteren çok enfes bir tavrıdır.
Hani bilirsiniz, halk arasında “Şeyh uçmaz, müridi uçurur” derler. Bazen maalesef bir beşer olan, yaşantısıyla, hal ve tavırlarıyla İslâmı temsil eden insanları olağanüstü görerek veya göstererek onlara zulmediyoruz.
İkinci örnek ise şudur. Bir gün sabah namazından sonra Risale dersi yapılmaktadır.
Yer, İstanbul FEM’in üstüdür.
Ders, Hocaefendi okuduktan sonra, halkada yer alan herkesin birer-ikişer paragraf okuması şeklindedir.
O günlerde yoğun misafir trafiği vardır. Bu yüzden Kurucan hocamız yeterince dinlenemez.
Günde üç dört saat uyku ile idare eder. Kitabı okuma sırası ona gelince okur, sonra yanındaki iki üç kişi daha okurken, uykusuzluktan kitap elinden düşer ve sağ tarafa devrilir. Bunu gören Hocaefendi elindeki kitabı sert bir şekilde kapatır ve odasına gider. Bir dakika geçmeden, onu çağırır ve “Herkes geldiği, mezun olduğu vilayete gitsin.” der. Tabir yerindeyse Hocaefendi ateş topuna dönmüştür. Bir şey denilecek, konuşulacak hali yoktur.
Kurucan hocamız, bu hadiseye sebep olduğu için çok üzülür. Fakat, bu arada Hocaefendi’nin 1974’ten bu yana hizmetleriyle meşgul olan Cevdet Bey, “Bu tepki Risale dersi esnasında sadece senin uyumandan dolayı değildir. Vardır başka bir sebebi, takma kafana!” dese de, o gene de ne yapsam ki, onu bu kararından vazgeçirsek diye çareler arar. Derken aklına Hacı Kemal Erimez Ağabeyi aramak gelir. Ona ulaştıklarında “Tamam hemen gelirim” dese de İstanbul trafiğinde onun gelmesi epey sürecektir. Bu arada başka kim olabilir diye düşünürlerken, “Ali Kervancı Ağabeyi çağırsak” derler ve onu çağırılar. O da on-on beş dakikaya gelir ve gelir gelmez, doğrudan Hocaefendi’nin kapısının önünde durur.
Kitaplarını toplayan Hocaefendi’yi görünce ağlamaya başlar. Bu manzarayı uzaktan gören talebeler, “Acaba şimdi ne olacak?” diye meraktadırlar. Çok yufka yürekli bir insandır kendisi. O ağlamaları esnasında kullandığı, “Bir daha olmayacak!” cümlesi herkesin dikkatini çeker. Bu durum, Kurucan hocamızın kafasından geçirdiği, “Gerçekten başka bir nedeni mi var?” sorusunun cevabıdır.
Öyle ya, alabildiğine insanî bir uyuklamaya karşı, böyle külli bir karar başka türlü nasıl verilebilir ki?
Hele Hocaefendi gibi bir insan bu derece bir tepkiyi nasıl verir?
O, buna anlam veremiyordur. İşte, Ali Ağabeyin “Bir daha olmayacak!” cümlesi, bu anlamsızlığı anlamlı hale getirir.
Neticede, bunu anlamaları uzun sürmez. Hacı Ağabeyin kullandığı o cümle sonucunda Hocaefendi açılır ve şöyle der: “İyi ama Hacı Ağabey, ruznamenin ilk maddesi hep para, hep para. Söyleyin Allah aşkına, benim paradan başka işim yok mu?
Ben mi bulacağım parayı?
Acil deniliyor ve alt tarafı 3 milyon lira.
Üç beş kişi toplanıp veremez mi bu parayı, kaç haftadır gündeme geliyor. Ben onca işim arasında her şeyi bırakıp mütevellinize katılıyorum ve her defasında para ile alakalı mevzular konuşuluyor. Sanki benim hazinelerim var. Olsa da versem!”
Ali Ağabey: “Tamam Hocam. Haklısınız. Bir daha olmayacak!” sözünü tekrarlayınca Hocaefendi, kitapları kolilere koyma işini durdurur ve yeniden kaldıkları yerden devam ederler.
İşte, burada Kurucan hocamız şöyle bir not düşüyor: “Hocaefendi’nin ister benim uyumam ister mütevellide sürekli gündeme gelen para meselesi sebebiyle almış olduğu bu tavrı, rasyonel bir akılla izah etmekte zorlanabilir insan. Doğrudur, zorlanır ama Hocaefendi de olsa insan ve insanın vermiş olduğu kararlarda hissiyatta etkilidir. Hatta uzmanlarının izahlarına göre hissiyat aklilikten, mantıkilikten önce gelir.”
Bizler, maalesef insanları idealize ederken idolleştiriyoruz. İdolleştirdiğimiz insanlar için bir zirve nokta belirliyor ve hatta ona karşı duyduğumuz muhabbet hissinden olsa gerek; hayatın, fıtratın, tabiatın realitelerinden kopuyoruz.
Birisinin mükemmelliğini ve insaniliğini anlatırken ‘melek gibi insan’ diyor, fakat onun bir melek değil, “insan” olduğunu unutuyoruz. Bu şekilde tarif ettiğimiz insanlardan daha sonra beklentilerimize cevap bulamayınca hayal karıklığına uğruyoruz. Tıpkı bu süreçte olduğu gibi. Unutmayalım nihayetinde hepimiz insanız.