Emine Eroğlu-tr724.com
“Öyle güzeldiniz ve öyle çok birbirinize benziyordunuz ki!.. Hanginiz Yemliha’ydınız, hanginiz Kefeştetayyüş’tünüz, hiç bilmedim. Hepinizi gittikleri yeri manen yeşertecek Hızırlar olarak gördüm. Size hizmet etmenin telaşından yüzlerinize doya doya bakamadım. Dua ile tamamladım boşlukları, eksikleri tesbih çekerek giderdim.“Rabbim, ben onları tanıyamasam da onlar beni tanısınlar, hatırlasınlar!” diye yakarıyordum” dedi Aylin Abla. Gözlerinden yaşlar boşaldı.
Onu görünce heyecanlanan genç misafirini neden tanıyamadığını izah etmeye çalışıyordu.
“Hamd olsun hicret nasib oldu. O zaman imkanımız vardı, şimdi yüreğimiz, gayretimiz var. Bizi süfli dertlerle meşgul olmaktan alıkoyan ulvi bir derdimiz var. Siz varsınız. Emeklerimizi zayi etmeyen Rabbimiz var.” diye devam etti anlatmaya, bizi gönül sofrasına buyur ederken.
Aylin Abla hep Aylin Abla’ydı da, yoklukta tecelli eden varlığın ışıltısı hiçbir şeye benzemiyordu.
NEYİMİZ OLDUKLARINI BİLMEDİKLERİMİZ
Yaralıydı Aylin Abla. O, kaybettiği servetinin hesabını tutmasa da oğlu tutmuş, maaşları dahil, tüm mal varlıklarına el konulmasının faturasını anne babasına kesmişti.
Artık torunlarını da göremiyordu.
Sustuk…
Ne acıydı ki, bir firavunun ona ödettiği bedeli mazlumlardan tahsil etmeye çalışan tek kişi Aylin Abla’nın oğlu değildi.
Zulme boyun eğenleri gösterip neden onlara benzemediğimizi soran “yakınlarımız” vardı bizim. Anlamayan. Anlasa da anlamayan. Verdiğimiz cevapları dinlemek istemeyen. Hak verse de yanımızda durmayan. “Ama siz de…” diye başlayan ezberlerini tekrar etmekten vazgeçmeyen…
Aslında neyimiz olduklarını bilmediklerimiz!..
Bilmiyorduk, kardeşini aramaktan korkan bir ağabeyden geriye ne kalır? Geriye ne kalır, oğluna muktedirin ağzıyla terörist diyen babadan? Kaç yıllık hukuku heder ederek yaşamaya devam eden dostlardan?
Halâ anne midir, hapisteki evladına sahip çıkmayan anne, bilmiyorduk…
İşte Ramazan geliyordu. Bu insanlar nasıl iftar sofralarına oturacak, hangi orucu tutacak, camilerde kiminle cem olacaklardı, anlamıyorduk. Belli ki gariplerin akçesi zulmün pazarında geçmiyordu.
Hikayelerimiz hep birbirine benziyordu. Kırık dökük cümleler kuruyorduk.
AŞK, KARDEŞLERİN İÇİN YORULMANDIR
“Üstad’ımın nasihatini tutuyorum” dedi Aylin Abla. “Ne geçmişin elemlerine ne geleceğin kaygılarına dayanacak gücüm var. Bulutların yağmur topladığı gibi sabır topluyor yüreğim, her gün yeniden. Hem şükrüme hem hizmetime devam ediyorum.” Zeliha Abla, şefkatle baktı arkadaşının yüzüne. Daha yeni tanışıyor olmalarına rağmen aralarında kalp ve ruh imtizacı vardı. Hüznün kesafetini dağıtmak için olsa gerek, yüzünden eksilmeyen tebessümü ve bitimsiz enerjisiyle söze girdi: “Aşk, yorgunluk benim için” dedi. “Hizmet ederken ne kadar yoruluyorsam o kadar artıyor şevkim, iştiyakım. Ne zaman dursam, yaşanan mağduriyetlerin ağırlığı çöküyor üzerime. Yüreğime kasvet basıyor. Oturmak yaramıyor bana. Bütün kötülükler ben dururken oluyor gibi bir hisse kapılıyorum. Teheccüte kalkıp dua edemesem ertesi gün daha karanlık bir dünyaya uyanıyorum. Rahatım zahmette benim. Başka türlü yaşayamıyorum.”
Genç misafir, bir Aylin Abla’ya, bir Zeliha Abla’ya bakıyordu hayretle. İkisi de pasta börek yapıp satıyor, kazançlarını Türkiye’deki mağdur ve mazlumlara gönderiyorlardı. Zulüm tarihine her gün yeni sayfalar eklense de “az kaldığına“ inanıyor, kalan mesafeyi işaret ve baş parmakları arasıyla ölçmekten vazgeçmiyorlardı. Kötülükle mücadele etme yöntemleriydi bu onların.
Günah düşmekse, atalet çürümekti onlar için ve bunun hesabını verememekten korkuyorlardı.
GENÇ MİSAFİR
Genç misafire sorular sordu Zeliha Abla. O da darbeden sonra ailesiyle cebren hicret edenlerdendi. Donanımlıydı. Geldikten kısa bir süre sonra çalışmaya başlamış, kazancını mağdurlara vakfetmişti.
Bir şey yapmıyor gibi yapıyordu, ne yapıyorduysa.Konuşur gibi susuyor, anlatır gibi dinliyordu.Yaz tatilinde uzak eyaletlerden birinde bir üniversitede ders vermeye hazırlanıyor, ne eşinden ve çocuklarından ayrı kalacak oluşuna, ne yaz sıcağında oruçlu çalışacak oluşuna bakıyordu.
Yakın ve uzak o kadar çok akrabası “içerde”ydi ki… O kadar çok meslektaşı, yol arkadaşı…
“Bin-ler-ce in-san”ın eşleriyle ve çocuklarıyla ihtiyaç içinde olduğunu, bilişlerin en hakikatlisiyle, mağduriyetlerini paylaşarak biliyordu.O da Hazreti Meryem gibi bir Betül’dü de, bütün doğallığıyla dünyanın tozunu eteklerinden silkeliyordu.
SÜTÇÜ DERVİŞ
Aralarında, birbirine yakın iki eyalete süt dağıtıp gelirini mağdurlara gönderen genç bir derviş daha vardı. Kedisiyle yaşıyor, günde bir öğün yemek yiyor, her gün onlarca kapıyı çalıyordu.
Ona kimse soru sormadı.Bilenler bilmeyenlere anlattılar şahitlik ettikleri menkıbelerini. Sebepler perdesi arkasında işleyen kudret ve rahmet elini gördüler.
VE KITMİR
Bu satırların yazarı da o mecliste “onlarla birlikte”ydi. Biraz sonra yapacağı “muavenet” konulu konuşmanın kelimelerini unuttu. Seyir halindeydi.O da bilmiyordu kim Debernuş, kim Sazenuş.
Fakat kendisinin Kıtmir olduğunda şüphesi yoktu.“Rabbim!” dedi seslerin en çaresiziyle. “Cürmüme bakma! Kıtmir’i Ashab-ı Kehf’ten ayırmadın. Beni dünya da da ahirette de bu kardeşlerimden ayırma!”