HDP Milletvekili Hüda Kaya: “ Geçmişte birlikte mücadele
ettiğiniz insanlar, bugün bu egemenci ve kendini meşru gören zihniyetle
birlikteler, zulmü yaşamış bu insanlar şimdi zulmün yanındalar; amma meclis
içindeler amma basındalar ve korkunç ifadelerde, iftiralarda bulunuyorlar”dedi.
28 Şubat döneminin
idamla yargılanan mahkumu HDP’li Hüda Kaya ailesiyle ilişkilerini, hayatındaki
kırılma noktalarını, iktidarı destekleyen ‘eski yol arkadaşlarını’ Artı Gerçek
haber sitesinin sorularını
cevaplandırdı: İşte Milletvekili
Kayanın Seran Vreskala sorularını
verdiği cevaplar:
Yalnız
dolaşıyorsunuz; temsilcisi olduğunuz parti bu kadar çok tehdit alırken neye
güveniyorsunuz?
Hiç
güvenilir bir toplumda yaşamıyoruz. Bizim öyle güvenlikçiler, korumalar
tutacak, güruh halinde dolaşabilme gibi bir lüksümüz de yok. Bir tane eski bir
Kartal’ım var, mecbur kaldığımda onu kullanıyorum.
Kendiniz
mi kullanıyorsunuz arabayı?
Çok
hareket halinde olduğumuz için, sağ olsun arkadaşlar yükümü çekiyorlar ama
bazen kimseyi rahatsız etmek istemiyorum ve metrobüse biniyorum. Toplu
taşımayla gidiyorum.
Sizi
tanıyorlar mı insanlar?
Bazen
tanıyan oluyor. ‘Ay ne güzel, halkın içinde vekillerimiz’ diyenler oluyor. Ama
biz şartlar gereği biniyoruz zaten mecburen.
Hakkınızda
karşınızdakini dinlemediğinizi, sık sık söz kestiğinizi ve asık suratla
konuştuğunuzu okudum. Bu kadar güler yüzlü olmanızı beklemiyordum.
Gerçekten
mi? (Önce kahkaha atıyor, sonra bir anda ciddileşiyor) eğer çok ciddi, çok
yakıcı konulardan bahsediliyorsa ve laletayin konuşanlar, konuyu tiye alanlar
varsa ortamda geriliyorum. Bu gerçekten benim kaldıramadığım bir şey.
Başkalarının acılarına o şekilde saygısızca yaklaşmak… Böyle zamanlarda ukala
ve kibirli tavırlara karşı maalesef haddini bildirmek zorunda kalıyorum. Sözlerini
kesip o kişilere haddini bildirmekten dört köşe olurum, bunu seve seve de
yaparım. (Gülüyor)
28
Şubat sürecini en ağır yaşayanlardansınız. Nasıl daldınız siyasetin içine?
Aslında
kendimi bildim bileli hep siyaset dünyasının içindeydim. Babam takip ederdi
siyaseti. O zaman TRT’nin ana haber bültenlerini izler, olayları takip edip
babam gece eve geldiğinde de onunla siyaset tartışır, kritik yapardık.
Nerede
oturuyordunuz?
Nişantaşı’nda doğmuşum ama aile kökenimiz Boyabat’tan gelmiş. Annem babam ben çok ufakken
ayrılıyor, biz iki kız kardeş babamla kalıyoruz.
Genelde
anneye bırakılır çocuklar.
Öz
annemi tanıyalı henüz 10 yıl oldu ama o ayrılığın izini hala taşıyoruz tabii.
Bizi ondan uzak tutmayı bir şekilde başarmışlar. Biraz krizle ayrıldıkları için
yaklaştırmamışlar. Tanışıncaya kadar nerede olduğunu bile bilmiyorduk. Çok
büyük bir acı bu. Bunu hiçbir şeyle izah edemezsiniz. Ben de ayrıldım,
çocuklarımı babalarından kaçırmak zorunda kaldım. Davayı açtım, izimi
kaybettirdim. İlk kez İstanbul dışına çıkmak zorunda kaldık ve farklı bir
yaşamla tanıştık o yıllarda.
Tacizci
bir koca mıydı?
Boşanmayı
kabul etmiyordu. Çocuklarımı vermiyordu. Onları kaçıracaktı. Yabancıydı zaten,
Iraklıydı, kaçırsa ben nerede bulacaktım onu?
‘Kızım
Olmadan Asla’ filmi gibi.
Aynen.
Ama ben o günleri yaşarken o filmden daha ağır bir süreçten geçtim. Çok daha
ağırını yaşadım. Filmi izlediğimde içimden ‘bu film de ne ki?’ dediğimi
hatırlıyorum.
Aşık
mıydınız peki?
Hayır.
Benimki mantık evliliğiydi.
Anneniz
de kim bilir neler çekmiştir?
Kesinlikle.
Şu anda o acıların bedelini hala ödüyor. Çok yaşlı değil ama o yılların
etkisiyle ciddi sağlık problemleri yaşıyor ve evden dışarı bile çıkamıyor.
Erkek kadının bırakıp gitmesini kaldıramıyor. Bu yaşadıklarım hep siyasetin bir
parçası zaten. Dolayısıyla çocukluğumdan bu yana siyasi atmosferin hep
içerisindeydim. Mesela Filistin mücadelesinin sembol ismi Leyla Halid benim
idolümdü o yıllarda. Hem bir sağ gelenek içerisindeydim hem ülkücü harekete
girmiştim hem de…
18 YAŞINA KADAR ÜLKÜCÜYDÜM, KUR’ANLA
TANIŞINCA BUNUN IRKÇILIK OLDUĞUNU ANLADIM VE AYRILDIM
Ülkücü
döneminiz ne kadar sürdü?
18
yaşıma kadar sürdü. Gençlik öncesi diyorum; milattan önce… (Gülüyor) Bir
tarafta olmanız gerekiyordu o yıllarda ve seçeneksizdik. Sağ muhafazakâr bir
çevre içinde yer aldık. Çünkü ya sol ya sağ yapılanmalar vardı o zaman. Kuran
ile tanıştıktan sonra ülkücülüğün ırkçılık olduğunu, insanların tarağın dişleri
gibi eşit olduklarını öğrendim ve böylece yeni bir yaşam felsefesine katıldım.
Kendi
iradenizle mi kapattınız başınızı?
Tabii.
Kuran’la tanıştıktan sonra -ailemle ciddi krizlere sebep olarak- kendi irademle
örttüm. Bunu temellendirerek, araştırarak, okuyarak ve inanarak yaptım. Benim
çok kitabımı yakmıştır rahmetli üvey annem.
Dindar
bir kadın değilmiş demek.
Değildi.
Ailem de değildi zaten. Evde ilk namaz kılan bendim.
Kadın
siyasetçi olmak zaten zor ama örtülü bir kadın siyasetçi olmak nasıl bir şey?
Örtülü
kadın olmanın sadece Türkiye’deki politika içinde değil, hayatın içinde çok
dezavantajlı yanları vardı. Bırakın aktif bir siyasetçi olmayı, toplumda başı
örtülü Müslüman bir kadın olmak bile bir bedel ödemenizi gerektiriyordu ki
geçmişte hepimiz yaşadık bunları. Hayatımız boyunca yaşadık. Aileden başladı
baskı, sonra toplumsal boyuta ulaştı; hapse atılmalara, idamla yargılanmalara
kadar gitti. Her boyutuyla inancımıza göre bir kimlik sahibi olmanın bedelini
yaşadık. Kendi ailemle beraber yaşadım üstelik. Kızlarımla, oğullarımla… 28
Şubat döneminde başörtülü aktif siyasetçi bir kadının meclisten dışarı atılmasına
şahit olduk. Bugün geldiğimiz noktada ise, dün de yasaklara karşı mücadele
ediliyorken, bugün de yine aynı şekilde yasaklara, haksızlıklara,
adaletsizliklere karşı mücadele ediyoruz. Başörtülü bir kadın siyasetçi olarak
meclise girebiliyoruz artık ama bulunduğum yer hep aynı, sadece çevremdekiler
değişiyor. Dün doğru olduğuna inandığım tarafta, özgürlük, adalet mücadelesi
verenlerle beraberdim, bugün de özgürlük, barış, hakikat, adalet mücadelesi
veren, -etnik kimlik, inanç, dil, renk, ayırmaksızın- herkesin yanında olurum.
LGBTİ
bireyleri de dahil.
Kim
olursa olsun, kim haksızlığa uğruyorsa, eziliyorsa benim için yeterli sebeptir.
İnsan olarak da değil, bütün canlıların yanındayım.
Geçmişte
birlikte başörtüsü mücadelesi verdiğiniz kadınların, şimdi yandaş gazetede
tetikçi olarak yazmaları ve sisteme hizmet etmeleri size nasıl hissettiriyor?
Geçmişte
birlikte mücadele ettiğiniz insanlar, bugün bu egemenci ve kendini meşru gören
zihniyetle birlikteler, zulmü yaşamış bu insanlar şimdi zulmün yanındalar; amma
meclis içindeler amma basındalar ve korkunç ifadelerde, iftiralarda
bulunuyorlar.
Ünlü
Kabataş yalanı mesela. Göz göre göre, insanların gözlerinin içine baka
baka,Allah’ın onları bu yüzden yargılayacağını bile bile yalan söylediler.
Bunların
hepsi yaşamı cehenneme çevirenlerdir. En korkunç çürüme ve yozlaşma ile bu
iktidar döneminde karşı karşıya geldik. Ve bu çürümüşlüğün ve yozlaşmışlığın
kibriyle aynı insanlar aynı şiddet ve nefretin diliyle bugün bize saldırıyorlar
ve bunu inanç adı altında yapıyorlar. Bahsettiğiniz insanlar benim saf
değiştirdiğimi iddia ediyor mesela ama benim safım hiç değişmedi; dün de
ezilenlerin yanında zulmün karşısındaydım, bugün de. Değişenler, güce tapanlar
oldu.
“KENDİ
TORUNUMUN DA ZORUNLU DİN DERSİ ALMASINI İSTEMİYORUM”
Başörtüsüne
özgürlük elbette tartışılamaz, tartışılmamalı da. Üniversitelerdeki türban da
öyle. 18 yaşındaki biri kendi iradesiyle karar verecek yaştadır ne de olsa. Ama
neden lise hatta ilk öğretimdeki çocukların örtünmesinin önünü açan yönetmeliğe
karşı mücadele etmediniz? Sonuçta bu çocuklar 18 yaşından ufak ve kendi özgür
iradeleriyle karar vermeleri imkânsız.
Bugünkü
Milli Eğitim müfredatı ve dinci, Sünni, egemen bir din öğretisi üzerinden
bakarsak olaya ve aile yapılanmalarına, kimse -gerek çocuk gerek yetişkin- ne
anne ne baba ne koca ne kayınvalide ne devlet, kesinlikle ikinci hiçbir şahsın,
kurumun hegemonyası ya da emrivakiliğiyle kendini şekillendirmek zorunda
kalmamalı. Devletin dayatmacı sistemiyle, genellikle Alevi toplumunun karşı
çıktığı zorunlu din eğitimi çerçevesinde, toplumun bütün evlatlarını, kendi
tespit ettiği din öğretisiyle şekillendirmesine nasıl karşı çıkmamız
gerekiyorsa, Küçük yaşta iradesi dışında örtünmeye de karşı çıkmalıyız. Hiçbir
mezhebe tabii olmayan, sadece ilahi mesaja ve vicdanına inanan bir Müslüman
olarak, kendi çocuğumun ve torunumun da bu sistemin öğrettiği zorunlu din
dersini almasını istemiyorum. Benim reddettiğim, itiraz ettiğim gelenekçi,
yezidçi dinciliğin öğretilmesini istemiyorum.
Kızlarınız
da kendi tercihleriyle mi örtündüler?
Onlar
tamamen kendi tercihleriyle, ortaokul çağında örtündüler.
Çok
ufaklarmış o yaşta örtünmek için.
Kesinlikle
çok ufaklardı. Ama lisedeyken cezaevine atıldıklarında da çok ufaklardı. O
bedelleri ödemek için de çok ufaklardı.
Cumartesi
Anneleri’nin yasaklanan 700’üncü hafta eyleminde Vedat Arık’ın çektiği, içinde
sizin de olduğunuz fotoğraf Musa Anter ödülü aldı. Fotoğraf Yunan
tragedyasından bir sahneyi andırıyordu adeta. Bir de her türlü sembolizm var
içinde.
Evet,
her tür sembolizm var. O çok farklı bir gündü. Sürekli bir hareketlilik vardı;
belki saniyeler içerisinde oldu her şey ve Arık oradaki bir saliseyi yakalamış.
Caravaggio
tablolarına benzetmişti biri fotoğrafı. Çok ulvi bir görüntü.
Gerçekten
çok ulvi. Kutsal bir görüntüydü gerçekten. Kadın, erkek, kimlik, inanç, tam bir
insanlık dayanışmasına şahitlik eden bir andır o. O nasıl bir fotoğraftır, o
nasıl bir andır ya! Kutsallıklar adına şiddeti teşvik edenler, nefreti
pompalayanlar, kutsallıkları istismar ederek insanların dünyalarını cehenneme
çevirenler, ruhlarını bölenlere karşı o fotoğraf gerçek kutsallığın simgesidir.
O görüntü kadar beni çok derinden etkileyen bir fotoğraf daha var; Arat’le el
ele birbirimize yapıştığımız fotoğraf… Nasıl tutuşmuşuz birbirimize, çok
duygulanmıştım.
Geçtiğimiz
haftaki Cumartesi Anneleri eylemindeki polisin hunharca sizi ittiği videoyu
izledim. İttiği andaki hissiz surat ifadesi çok net. Sonra sizin akabinde
verdiğiniz tepkiye dikkat ettim asıl; o kadar kadınca, o kadar annece ki, sanki
yaramazlık yaptığı için oğlunuzun eline vurur gibi!
(Kahkaha
atarak) Bütün gücümle indirdim ama çok şükür. O beni itme hakkını nereden
buluyorsa ben de ona vurma hakkını oradan buluyorum. Bu polise ilk vuruşum
değil tabii; ilk itilmem de değil. Mücadele içerisinde polislerin kafasında kaç
tane şemsiye kırdığımı hatırlamıyorum bile. Isırdığım, tokatladığım polisler
var. Artık o anda kendini savunmak için elinde ne imkân varsa onu
kullanıyorsun. Bayağı nefsi müdafaa, öz savunma yapıyorsunuz gerek
hayatınızdaki erkeğe karşı gerek toplumsal anlamda iktidarcı, erkekçi yapıya
karşı. (Kahkaha atarak) Şimdi o anı yaşarken bunu hissedemiyorsunuz, farkında
değilsiniz ama oğlum Muhammed Cihad’la videoyu izledikten sonra, ben kendim
saatlerce güldüm. Bu nasıl bir vuruş, dedim kendi kendime. İzleyen herkes
gülüyor. Muhammed Cihad “o görüntüyü paylaşıp ‘polisin o anda ne hissettiğini
çok iyi anlıyorum’ diye bir tweet atacağım” dedi. Çocukluğunu hatırlamış.
(Gülüyor)
EĞER
ZALİMLİĞİ TEŞVİK EDEN BİR ALLAH VARSA BEN ONA İNANMIYORUM
Annelerden
korkuyorlar bayağı.
(Gülerken
bir anda ciddileşerek) yani düşünsenize Emine anneyi, 80 yaşına yakın bir
kadını bile kollarından sertçe tutarak, gözaltına alabilen bir zihniyetle karşı
karşıyasınız. İçeride hala 80 yaşında insanlar, kadınlar var. Şimdi, senin
annen yok mu? Sen annenin elini öpmüyor musun, saygı göstermiyor musun? Kötü
söz söyletir misin annene? E, bu karşındaki insanlar da birilerinin anneleri
değil mi? Annen yaşındaki, belki de anneannen yaşındaki kadınlara insanlık dışı
muamele yapıyorsun. Ve içimi acıtan görüntülerden bir tanesi, o Emine annenin
götürülüşünde konum alan güvenlik güçleri arasında başörtülü kadın polisler
vardı. Biz yıllarca insanlar ve başörtülü kadınlar kendilerini nasıl özgür
hissediyorlarsa öyle yaşayabilsinler diye en ağır bedelleri ödeyenlerden biriyiz.
Hayatımızı vakfedercesine, her şeyi göze alarak bu mücadeleyi verdik. İdamlar
bile vız geldi bize. Biz başörtülü kadınlar hayatın her alanında olabilsinler
diye mücadele ettik; insanlara, annelere kelepçe taksınlar, onları yerde
sürüklesinler, yaka paça tutup götürsünler, insanlara zulmetsinler diye
etmedik. Bugün başörtüleriyle zulmeden noktadalar.
Gözaltına
alınan Boğaziçili öğrencilerle yaptığım röportajda, çocuklardan biri onları
döven polislerden birinin oruçlu bir başörtülü kadın olduğunu, amiri sorduğunda
çocuğun başını cama vura vura ‘bu p.çleri dövmekle oruç bozulmaz, sevaptır
hatta’ dediğini söylemişti. Allah böyle yapanları daha mı çok sever?
Olur
mu öyle şey? Allah’ın seni seveceğini mi zannediyorsun? Eğer seviyorsa bu
iktidarcı, erkekçi, egemenci bir Allah’tır. Nefreti, şiddeti, zalimliği teşvik
eden bir Allah varsa, ben o Allah’a inanmıyorum. Onların kendi alemlerinde
yarattıkları bir Allah var. Irkçı, erkekçi, şiddeti, nefreti, kini, tecavüzü
meşrulaştıran bir tanrı var onların dünyasında. Ben bunu mecliste yüzlerine de
söylüyorum. Süleyman Soylu’nun da olduğu komisyonda yüzlerine söyledim.
İnsanları eşitleyen, canı kutsayan, karıncaya bile zarar verdirmeyen bir
Allah’a inanıyorum ben. Besmele çekiyorlar utanmadan. Rahman ve Rahim olan
Allah’ın adıyla diyorlar; özünde merhametli, işinde merhametli, yaratan
Allah’ın adıyla… Besmeleyle kurdele kesenler, bu geçtiğimiz Ramazan ayının
arifesinde ‘merhamet etmeyin, merhamet ederseniz merhamet edilecek hale
düşersiniz’ dediler. Besmeleye inanan, besmeleyle ifade edilen bir yaratıcıya
inanan asla bunu söyleyemez. Asla.
“ROBOSKİ
BENİM KIRILDIĞIM NOKTALARDAN BİRİDİR”
Gözaltındayken
oğlunuz Muhammed Cihad’ın omurgasını kırmışlardı. Bir anne olarak
hissettiklerinizi düşünemiyorum. İnsan merak ediyor, oğlunuzun ismini neden
Cihad koydunuz?
Onun
küçüğü de Muhammet Mücahid. Bu isimleri de bizzat kendim koydum. Kuran’la
tanıştıktan sonra evde devamlı bir çatışma yaşıyorduk, biraz da o çatışmadan
kaçabilmek için bir mantık evliliği yaptım. İnançla, Kurani kavramlarla yeni
tanışmıştım ve Cihad da en sevdiğim kavramlardan birisiydi. Cihad, yeryüzünü
barış yurduna çevirmek için, bu yolda insanın önüne çıkan aykırı tüm engellere
karşı verilen tüm mücadele demek. Siyasi kimliğimden evvel, barış, din, etnik
kimlik, cinsiyet, inanç özgürlüğü adına gerek kalemimle gerek dilimle gerek
varlığımla ne mücadele verdiysem o cihaddı ve şimdi de haksızlıklarla ettiğim
mücadelenin bir cihad olduğuna inanıyorum. Kuran’da bahsedilen şiddete dayalı
mücadeleler Cihad olarak geçmez, ‘kıtal’ yani savaş olarak geçer.
2013’de
oğlunuzla beraber Kandil’e gittiğinizi ve orası hakkındaki görüşlerinizi
yazdığınızı biliyoruz. Oraya neden gittiniz ve orada nasıl bir dünyayla
tanıştınız?
Oraya
gittiğim o dönem de sancılı dönemlerimden biridir. İslamcı camiadayım, Roboski
yeni yaşanmıştı. Müslümanlar bir gün iktidar olursa, bize yapılan adaletsizlik
ve haksızlıkları bizlerin başkasına yapmayacağına inanıyordum. İktidar
olunduğunda ise bunun gerçekleşmeyeceğini, kin ve nefret dolu bir anlayışla
hareket edildiğini gördüm. Sorgulamalarla beraber Roboski benim kırıldığım
noktalardan biridir. Cezaevi süreçlerinde Kürt siyasi hareketinin farklı örgüt
yapılanmalarının gerçekliği ile de biraz tanışmıştım. İnsan hakları
mücadelesinde ve cezaevi süreçlerinde dirsek temaslarımız var idiyse de
çıktıktan sonra bunlar daha çok insani dayanışmaya dönüşen ortaklıklara
dönüştü.
Bu
süreçte Roboski’yle alakalı her şeyin çarpıtıldığını gözlerimizle gördük. Biz
başörtümüzle meydanlara çıktığımızda gazeteler, ‘şeriatçılar yine ayaklandı’
diye yazarlardı. Ninjalar, kara Fatmalar olarak korkunç ithamlara yıllardır
zaten maruz kaldığımız için yapılan bu çarpıtmalara da şaşırmadık tabii. Bütün
bu sorgulamalar içerisinde İslami camiada sözüne güvenilir birilerinin gidip
onlarla konuşmasını umut ediyordum hala. İleri gelen kanaat önderlerinden
beklediğim hareketi görmeyince, oğlum Muhammet Cihad ‘niye hep başkalarından
bekliyorsun, madem bir sonuç almak istiyorsun, kendin gidip görüşsene’ dedi ve
bir anda afalladım ama ona hak verdim.
O
zaman orayla bir bağlantınız var mıydı?
Yoktu.
Kandil’e ilk kez oğlumla birlikte gittik. Yol paramızı bile borçla temin ederek
gittik.
Başınıza
bir şey gelmeyeceğinden nasıl emindiniz?
Her
şeyi göze alarak gitmiştik zaten. Bize göre ulvi bir nedenimiz vardı. Öyle
yoğun sorgulamalarım vardı ki bu hepsinin üstündeydi. Gazetecilik biraz da
bedel ödemeyi gerektirir; yüzleşmem, sorular sormam ve cevaplarını onlardan
almam, yerinde şahit olmam gerekiyordu.
Gördüklerinizden
tatmin oldunuz mu? Yani cevap alabildiniz mi sorularınıza?
Tatmin
oldum sayılır. Oradan döndükten sonra yoğunlaştığım bazı konular, araştırmalar
oldu. Zulmü yapanlara ve ezilenlere yönelik, tarafsız olarak kendi hizmetimi
yapmaya çalışırım noktasından tarafsız kalma lüksümün olamayacağı noktaya
geldim ve yerimi aldım.
İdamla
yargılanmanıza gelelim tekrar. Bunun sebebinin başörtüsünden değil de
Hizbullah’la bağlantınız olduğu söyleniyor.
Yok,
sebep tamamen başörtüsüydü. İddianameler ortada.
İnsan
bu yüzden idamla yargılanır mı?
Yargılandık
işte. (Gülüyor) Konca Kuriş gibi en yakın dostum, arkadaşım olan bir kadın
Türkiye’deki bu yapılar yüzünden, derin güçlerle birlikte vahşi bir şekilde
katledildiği gerçeği var. Ama biz dün neysek bugün de aynıyız. 10 Ekim Ankara
Katliamı’nın yıldönümüydü. Delilleriyle, belgeleriyle derin devletin polisle
olan ilişkileri aşikâr olduğu halde, katliamın hemen ardından ambulans yerine
TOMA’ların yaralılara gaz sıktığı ortada iken, devlet bu olay için kalktı
‘kokteyl örgüt’ dedi. IŞİD’in yaptığı bütün eylemlerden sonra bile onlara terör
örgütüdür demediler.
Hizbullah’la
alakanız hiç olmadı yani.
DNA
olarak yapılarımız uyuşmuyor bir kere.
BARIŞ
BİZLERİN YAŞAM YOLU OLMALI
O
kadar barış barış diyorsunuz fakat barış isteyince savaşı üstüne çektiğiniz bir
ülkeden barışı sağlamak gerçekten de mümkün mü sizce?
Barış
gelir ya da gelmez, biz görürüz ya da görmeyiz, ama bu barış istemekten
vazgeçmeliyiz demek değildir. Barış sadece politik bir amaç olmamalı, bizlerin
yaşam yolu olmalı. Aktif siyasete katılmadan evvel de temeli, ruhu barış olan
bir inanca zaten teslim olmuştum. Yaşamım boyunca barışı, Hakk’ı, hakikati
anlattım ve anlatmaya şimdi de siyasi kimliğimle devam ediyorum. Gerçekleşir mi
diye düşünerek hareket etmiyorum; dünyada tek kalsam da inandığım yolda yürümeye
devam edeceğim. Barışa düşman olanlara da asla teslim olmam, onların safında
yer almam. İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali; safın belli olsun.