Rabbimizin ilk emri ‘oku‘ ise, demek ki üzerinde durmak ve düşünmek gerekir. İslâm’ın ve insanlığın en büyük düşmanlarından birisi cehâlettir. Cehâletin zıttı da ilimdir. İlim, okumakla elde edilir. İnsan, ilimle cehâletten kurtulur. Demek ki, en önemli vazifelerimizden biri okuyup ilim öğrenerek, âmâl-i sâlihada bulunmaktır.
Birinci derecede okunması gereken en önemli kitap, şüphesiz Rabbimizin kelâm sıfatı olan Kur’ân-ı Müciz-ül Beyan’dır. Bilâhare Allah’ın kudret ve irâdesi ile yarattığı Kâinat Kitabı’dır. Bu iki kitabın okunması ve muhtevâsının anlaşılması, bunları en iyi anlayan ve anlatan, örnek olarak yaşayan ve tebliğ eden Efendimiz Hz. Muhammed’i (sav) fevkâlbeşer yönüyle çok iyi tanımaya ve anlamaya, O’nun (sav) rahle-i tedrîsinde yetişen Âl-i beyt’i ve yıldızlar kadar parlak ve nuranî Sahâbe-i Kirâm Efendilerimizi tanımaya bağlıdır.
Onun için dünya ve ahiret mutluluğunun kazanılması, dertlerimizin çözümü, hayallerimizin gerçekleşmesi; insanlığın iftihar Tablosu Efendiler Efendisi Hz.Muhammed (sav)‘in rehberliği yâni sünnet-i seniyye’nin ihyâsı ile mümkündür.
Efendimiz’in (sav) en birinci ve en önemli vazifesi, Rabbimizi tanıtmak ve sevdirmek olduğu gibi, bizim de en birinci vazifemiz Allah ve Resûlüllah’ın emânetine sahip çıkıp onları hoşnut etmenin yanında; tıpkı Sahâbe Efendilerimiz (r.anhüm) gibi hakkı tutup kaldırmak ve onu muhtaç gönüllere taşımaktır.
Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyan‘da Efendimiz‘in (sav) insanlara hakkı duyurma mevzuundaki fevkalâde hassâsiyet ve samîmiyeti şöyle anlatılmaktadır:
Cenâb-ı Hak Kehf sûresi 6. Ayette; “(Habîbim) Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp nerdeyse kendi kendini yiyip tüketeceksin!”
Şuarâ sûresi 3.âyette ise; “(Habîbim) Onlar îman etmiyor diye, üzüntüden nerdeyse kendini yiyip tüketeceksin.” Buyurmaktadır.
Efendimiz (sav)’den sonra peygamber gelmeyeceğine göre, dünyada insanoğlunun huzur ve rahatını, medenîce yaşama ortamını, dünyaya gelişindeki aslî vazîfe ve sorumluluğunu temin edecek olan; insanları âhiret saâdetine yönlendiren, Mevlâ’yı hoşnut ve râzı edecek yolları gösteren, İslâm’ı ve Efendimiz’e (sav) âit mânâyı temsil eden ve onu hiçbir şeye âlet etmeyen ilmiyle âmil âlimler ve ehl-i îman olacaktır.
Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde, ‘(Gerçek) Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halîfeleridirler. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridirler’ (Suyutî) buyurmuş; başka bir hadislerinde de, ‘Kim ilim tahsil etmek için (evinden ve yurdundan) çıkarsa, geri dönünceye kadar Allah yolundadır.’ (Tirmizi) buyurmuşlardır.
Okumalı ama, neyi nasıl okumalı? Yine Allah Resûlü Hz.Muhammed (sav), ‘Allah’ım! Faydasız ilimden sana sığınırım’ (Tirmizi)buyurarak gerçek, faydalı ilme bizi yönlendirmişlerdir.
İnsanlığın, Kur’an-ı Müciz-ül Beyandan, Resulüllah (sav) ve Sahabenin hayatından beslenen hâlis muhlis âlimlerin rehberliğine, bugün her dönemden daha çok ihtiyaç vardır. Çünkü; günümüzde sıfatların yer değiştirdiği, yalancıların rağbet görüp, doğruların itilip kakıldığı, şeytanların melek, meleklerin şeytan gösterildiği bir dönem yaşanmaktadır.
Okunan kaynaklar, insanları Rabb-ül âlemin olan Allah’a yönlendiriyorsa, Resûlûllah’ı (sav) ve ashab-ı Resûlüllah’ı tanıtıyor, Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyan’ı anlamaya ve ahlâkıyla mütehallik olmaya sevk ediyorsa, insanlığa maddi- mânevi fayda temin etmeye vesile olarak yuvaları, aile efradını, toplum yapısını huzur, güven, barış ve kardeşliğe yönlendiriyorsa, böyle bir ilmin fayda getirdiğinde şüphe yoktur. Yoksa kafaları kirleten, zihinleri meşgul eden bu faydasız ilmin enkaz yığını olacağı unutulmamalıdır.
İnsan gerçekleri öğrenmek için okumalıdır. Lüzumsuz, abes şeylerle zamanı öldürmemelidir. Bu mânâdaki ilmi, Efendimiz (sav), ‘Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz’ (Beyhaki) şeklinde tavsiye etmenin yanında; ‘İlim öğrenmek, kadın erkek her müslümana farzdır’(İbn-i Mace) ve ‘İki günü müsâvî olan zarardadır’ (Beyhaki) buyurmaktadır.
Victor Hugo, ‘İlim kapısı herkese açık olmalı ve insanın olduğu her yerde kitap bulunmalıdır’ veciz ifâdeleriyle okumayı teşvik etmiştir.
Allah (cc) insana, Kur’ân-ı Azîmüşşân ve Kâinat kitâbını okuması için, vücud sarayının en uygun yerine pencere mahiyetinde iki göz vermenin yanında, gerçekleri, hakikatleri duyabilmek için de iki kulak vermiştir. Bununla beraber akıl, irâde ve şuur gibi paha biçilmez değerde latîfeler lütfetmiştir.
Rabbimiz, Alâk sûresinin ilk âyetlerinde; “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” “İnsanı yapışkan bir hücre (sperm)den yarattı.” “Oku! Rabbin sonsuz kerem sâhibidir.” “Kalemle yazmayı öğretendir.” “İnsana bilmediklerini öğretendir.” (96/1,2,3,4,5)
Rum sûresi 50.âyette de; “İşte bak, Allah’ın rahmetinin eserlerine! Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor! İşte bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kâdirdir.” Buyurmaktadır.
İnsan ilim ve irfandan, gerçek mânâda okumak ve yazmaktan mahrum kaldığı takdirde, kendini bile tanımaktan âciz bir varlık durumuna düşer. Kendini okumayan, tanımayan ve bilemeyen bir insanın, Rabbini de tanıması mümkün değildir.
En’am sûresi 140.âyette; “Bilgisizlik ve düşüncesizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızkı Allah’a iftira ederek haram sayanlar, elbette tam hüsrana uğradılar. Saptılar bunlar, doğru yolu da bulamadılar!” buyrulmaktadır.
İnsanın, âyine-i Samet olan, yaratılan varlıkların en mükemmeli ve en şereflisi bulunan kendisini tanıyabilmesi; okumaya, ilim ve irfanla meşgul olmaya bağlıdır. Onun için insan, Rabb-ül âlemin olan Allah’ın ‘Oku!’ emrine kulak verip, ömrünün bir kısmını mutlaka ilme ayırmalıdır. Hiç olmazsa -olmazsa olmaz- yirmidört saatinin bir saatini, farz olan ilmi öğrenmeye ayırmalıdır ki, kâinattaki yerini ve Allah indindeki değerini iyi tayin edebilsin.
Kalp gözüyle Kur’an’a ve kâinata nazar edip Allah’ın rızasını gözeterek okuyan, onu hayatına uygulayan, ilmiyle âmil insanı, şeytan sürekli meşgul edemez.
Bu insan, kendisini sürekli Allah’ın kontrol ettiğine, mânevî istihbârat memurları olan meleklerin her şeyi kaydettiğine inanır. Bilerek hiçbir zaman yanlış yapmamaya gayret eder.
Kur’ân-ı Kerim kenz-i mahfîdir. Yani, gizli bir hazînedir. Îman o hazînenin anahtarıdır. Kalbiyle Allah arasındaki engelleri kaldırarak Kur’ân’a yaklaşan her insan, o hazîneden istifâde eder. Mü’min, Kur’ân-ı azimüşşan’ı hayâtına ruh yaptığı zaman diri ve canlı kalır. Kalbini ona tam veremeyen insanlar, O’ndan gerçek mânâda istifade edemezler ve dünyanın fânî şeyleri içinde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.
İnanan insanlar, yaşadığı çağın şuurunda olur, dünyâ ve ukbâ muvâzenesini kurar, şer’î ve tekvînî emirlere riâyet eder, akıl ile kalp, ruh ile mânâ, dünyâ ile âhiret dengesi içinde hareket ederlerse; Allah (cc), ikrâm ve ihsânıyla içinde bulundukları sıkıntıları fırsatlara çevirmeyi lütfeder. Çile ve ızdırapları yok eder ve merhametiyle muâmelede bulunur.
Kâinâtı ve insanın esrârını bizlere anlatan Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’ı, okuma ve anlama gayreti içinde değilsek ürpermeli ve korkmalıyız…
Günümüzde insanoğlu Kur’ân ve kâinatı, dünyâ ile âhireti birbirinden ayırdı… Allah’a ve Resûlüllah’a karşı saygıda, itâatte kusur edildi… Âhireti terk edip dünyâ hayâtı öne çıkarıldı… İnanmış görünenler bile Kur’an-ı azimüşşan’ı okudukları halde, O’nun muhtevâsına, emir ve yasaklarına karşı kulaklarını tıkadılar. Resûlüllah’ın rehberliğine ihtiyaç hissetmez durumuna düştüler. Böylece kazanma kuşağında kaybetme ile karşı karşıya kaldılar.
Onun içindir ki, ne kâinâtı gerçek mânâda okuyabiliyor, ne de Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’ı hakîkî mânâda anlayabiliyor. Böylece her ikisi de yetim kalıyor. İnsan; aklı, ilmi ve irâdesiyle kâinâta ve aynı zamanda kâinâtı anlatan Kelâm-ı ezelî ve ebedî olan Kur’ân’ı Mûciz-ül Beyân’ı anlama ve yaşamaya yönelmelidir. Bu yöneliş, topyekün beşerin huzûru ve kurtuluşu adına önemli bir adım olacaktır.
&n
bsp;
bsp;
Kur’ân-ı azimüşşân’ı ve kâinât kitabını okumalı, mütalaada bulunmalı, aynı zamanda mârifet arayışında olmalı… Çünkü bunlar rûhun en önemli gıdâlarındandır. Bunlardan yoksun olmak ise, dünyâ ve âhirette telâfisi imkânsız çok ciddî bir mahrumiyete sebeptir.
Şanlı cedlerimiz, kütüphâneler dolusu binlerce eserlerini mîras olarak bırakıp gitmişlerdir. Bizlerin sâhip çıkıp istifâde edemediğimiz bu hazinelerden dünyâca mâlum bâzı ilim adamlarının seviyesine göre bu kaynaklardan elde ettikleri ilmî ve teknolojik neticeleri insanlığın hizmetine sundukları bir gerçektir.
Bu manzara karşısında, bunca ilmî ve edebî eserleri başta Kur’an ve Sünnet-i Sahiha olmak üzere anlamaya çalışan, bin yıllık mâzisi olan şerefli bir milletin îmanlı, ahlâklı, fazîletli, çalışkan, hasbî, fedâkar, memleket ve milletinin kaybolmuş itibarını dünya kamuoyuna tanıtma gayreti içinde bulunan nesillerinin yolunu kesmek ve engel olmak doğrusu anlaşılır gibi değil!
Dünya hayâtı; sâdece görüp bilmek, yiyip içmekten ibâret değildir. O, öğrenmek ve öğretmek, duyarak yaşamak ve hissetmektir. Bilenler, duyarak yaşayanlar dünyada dâima faydalı olmuşlardır. Biliyoruz zannedenler, kulaklarını Hakk’a tıkayıp duymayanlar, gerçeklere karşı dilsiz, kör ve sağır olanlar, dünya lezzetlerine dalıp âhireti unutanlar daima zararlı olmuşlardır.
Cenâb-ı Hak Zümer sûresi 9.âyette, “Şimdi iyi düşünün: Böyle olanın durumu mu iyi, yoksa gece saatlerinde, âhiretten endişe edip Rabbinin rahmetini umarak gâh secdede, gâh kıyamda ibadet edenin durumu mu iyi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selim sâhipleri, sağduyulu olanlar düşünüp ibret alır.” Buyurmaktadır.
Hac sûresi 54.âyette, “Ve yine, ilimden nasîbi olanların bu Kur’ân’ın senin Rabbin tarafından gönderilen gerçeğin ta kendisi olduğunu iyice anlayıp da, onu bütün kalpleriyle tasdik edip gönülden tâzim ederek bağlanmaları içindir. Elbette Allah îman edenleri dosdoğru yola, isâbetli tutuma yöneltir.”
Fatır sûresi 28. âyette; “…Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı lâzım geldiği tarzda tâzim ederler. Muhakkak ki Allah, azîz ve gafurdur (mutlak gâliptir, çok affedicidir).” Buyrulmaktadır.
Toplum yapısına ciddi bir nazarla baktığımızda görülüyor ki; hakîkat-i îmaniye ve Kur’âniye’ye hayatlarını verenler, gülmeyi unutup hüzünle kendilerini Hakk’a adayanlar, iyi niyetlerinden dolayı bazen aldansalar bile, hiç bir zaman aldatmamışlar ve aldatmayı da düşünmemişlerdir. Hattâ, aldatanlara karşı bile adâletten ayrılmamışlar ve ayrılmayacaklardır.