Samimiyet ve ihlas, insan hayatında çok önemli faktördür ve insanı hiçbir yerde çaresiz bırakmaz. En olmazları oldurur, en imkânsızları imkânlı hale getirir. Öyle ki, bu ihlas ve samimiyet, kurdu, kuşu, dağı taşı insanın imdadına yetiştirir. Aslında bu ifadeler kulaklara biraz hamaset gibi gelir.
Samimiyet ve ihlas, insan hayatında çok önemli faktördür ve insanı hiçbir yerde çaresiz bırakmaz. En olmazları oldurur, en imkânsızları imkânlı hale getirir. Öyle ki, bu ihlas ve samimiyet, kurdu, kuşu, dağı taşı insanın imdadına yetiştirir. Aslında bu ifadeler kulaklara biraz hamaset gibi gelir.
Çünkü biz bu samimiyet ve ihlası hayatımızda fazlaca yaşamadığımız için bilemememiz normaldir. Ama insaniyet aleminde bu samimiyet ve ihlas tamamen yok olmamıştır. O yine vardır, yaşanıyordur ve gelecekte de yaşanacaktır. Nitekim dilden dile gönülden gönle dolaşıp bize kadar gelen nice misalleri vardır. Bu yazımda iki tanesini arz etmek istiyorum:
Samimi üç arkadaş gezintiye çıkarlar, gezer tozar ve gönüllerince eğlenirler; evlerine dönmek üzere bir rüzgar, bir fırtına ve bir yağmur onları bir yerlere sığınma mecburiyetinde bırakır ve yakınlarındaki dağın yamacında gördükleri bir mağaraya sığınırlar. Yorgunluğun etkisiyle uyuyakalırlar. Uyandıklarında iş işten geçmiş ve mağaranın girişi büyücek bir kaya parçasıyla kapatılmış ve onlar da içeride mahsur kalmışlardı.
Birbirlerine bakınıp durdular ve akıllarına o mağaradan kurtulmak için hiçbir çare gelmiyordu. Netice de üçü de dua etmekten başka yapabilecekleri bir şey yok kanaatine vardıktan sonra şunu da hatırladılar, hiçbir riya olmaksızın sırf Allah için yaptığımız iyi amellerimizi hatırlayıp dualarımıza onları vesile kılarak dua edelim diye kararlaştırıp başladılar teker teker iyi amellerini anıp dua etmeye.
Birinci adam şöyle dua etmeye başladı: Ya Rabbi! Sen biliyorsun ki, benim yaşlı anam-babam vardı. Onların hizmetinde hiçbir kusur etmez ve onları doyurup yatırmadan ne çoluk çocuğuma ne de hayvanlarıma bir şey yedirmezdim. Bir defa nasıl olduysa ben geç kalmıştım ama, yine ana-babamın sütlerini ısıtıp götürdüm yanlarına uyumuşlardır, uyarmaya kıyamadım ve çocuklar ayaklarımın altında “açız..açız bize yiyecek…” istemelerine rağmen kimseye bir şey vermedim, anam babam da bir türlü uyanmıyordu, nihayet elimde süt bekleyerek sabahladık. Uyanınca onlara sütlerini içirdim ve sonra da diğerlerini doyurdum, Bunu senin rızan için yaptıysam şu taşı mağaranın girişinden kaldır Allah’ım! diye dua ettim, kaya biraz açıldı henüz çıkacak kadar değildi.
Arkadaşlarımızın ikincisi de ellerini kaldırdı Semaya o da Allah’ım sen biliyorsun ki, insanlar arasında benim en çok sevdiğim aşık olduğum bir amca kızı vardı ve ben onu çok istiyordum ama o beni istemiyordu. Ben çok uğraştım ama bir türlü ikna edemedim, bir aralık ciddi bir kıtlık oldu ve ben varlıklı bir insandım, çaresizlikten bana geldi ve isteğime boyun eğdi, ben ona sahip olmak için kendisine 150 altın verdim. Çar naçar kabul etti. Yokluktan kendisini bana teslim etti. Ben de tam arzuma ulaşacak ve ona sahip olacak pozisyonda iken bana: “Allah’tan kork hakkın olmadığı halde nikahsız benim mührümü bozma!” dedi. Bu söz bana çok tesir etti ve Allah’ım Seni hatırlattı. Kendisine ilişmeden Senin korkunla o kötü işi yapmaktan vazgeçtim ve oradan hemen ayrıldım. Kendisine verdiğim 150 altını da geri almadım artık. Ben bunu Senin için yaptıysam bu kayayı kaldır mağaranın ağzından, diye dua etti ve kaya biraz daha sıyrıldı mağaranın ağzından ama yine çıkılacak gibi değildi.
Üçüncü arkadaşımıza sıra geldi o da ellerini açtı ve başladı dua etmeye: Allah’ım bana varlık ve servet vermiştin, ben de çok işçi çalıştırır ve ücretlerini peşin verirdim. Nasıl olduysa bir gün işçilerimden birsi ücretini almadan çıkıp gitmiş, farkına vardım ve o ücreti ayırıp onun adına koyun aldım ve o koyunu besledim çoğaldı, derken inek, koyun, keçi, köle birçok servet oluştu yanımda ama onlara hiç dokunmadım masraflarını da ben yaptım. Çalıştırdığım işçi bir gün çıkageldi ve “Ey Abdullah benim sende kalan bir ücretim vardı onu almaya geldim” dedi. Ben: Şu karşıdaki sürü ve köleler senindir git al götür! Deyince işçim bana: Allah’tan kork ey Allah’ın kulu neden benimle alay ediyorsun? dedi. Ben: Hayır alay etmiyorum, git hepsi senindir hepsini al ve götür. İşçim gidip sırf Senin rızan için onun adına biriktirdiğim o kadar serveti bakım ücreti dahi vermeden alıp hepsini götürdü ve bir tanesini bile bize bırakmadı. Allah’ım bunu senin rızan için yaptıysam bu kayadan bizi kurtar ve onu mağaranın önünden kaldır, diye dua etti ve kaya tamamen açıldı biz de böylece kurtulmuş olduk. Bu samimiyet örneği İslam tarihinde meşhurdur. Çünkü Allah Resulü hadiseyi bizzat nakletmiştir.
Bir Avuç Toprak
Biraz da Suyum Ben
Neyimle Övüneyim
İşte Buyum Ben,
sözleriyle t
evazuun zirvelerine yerleşmiş olan Yunus Emre, 13. Asrın yetiştirdiği büyük şairlerdendir. Osmanlı coğrafyasında onu bilmeyen yoktur. O gerçekten gönüller sultanıdır. Yunus Emre’nin meşhur bir olayı vardır. Onu da burada hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum: 30 yıl Taptuk Emre Dergahı’na hizmet etmiş ve 8-10 yıl sadece dergaha odun taşımıştır. Şeyhinin dikkatini çeker, Yunus’un dergaha getirdiği odunlar hep birbirinden düzdür. Şeyhi sorar: Yunus sen hiç eğri oduna rastlamıyor musun? Getirdiğin odunlar hep dümdüz. Yunus cevap verir: rastlıyorum Efendim fakat bu dergahtan içeri eğri odun giremez ki, der.
30 yıldan aşkın hizmet ettikten sonra artık dergahın kendisine bir şey vereceği ve kendisinin de bunu almaya artık kabiliyeti olmadığına inanarak Şeyhine bile haber vermeden dergahı terk eder; kendisini dağa taşa salar ve dolaşır durur. Bir ara 7 kişilik bir derviş gezgine denk gelir onlarla arkadaşlık etmeye, onlarla oturup kalkmaya başlar. Genelde aç-susuz dolaşır, ot kök yerler ve ibadetlerini yapar Kur’anlarını, virtlerini ve zikirlerini okuyarak günlerini geçirirler. Açlık da artık canlarına tak demiştir. Bir gün oturup aralarında konuşurlar ve dua edip Allah’tan rızık isteyelim, önce kendilerini sıraya kor, adını bilmedikleri Yunus’u da en sona bırakırlar. Daha ilk günden dua edilince mükemmel bir sofra gelir, hayret ve şükür içinde yemeklerini yer ve ibadetlerine devam edereler, ama Yunus hayret içindedir. Ne yapacağını bilemez, ya sıra bana geldiğinde ben ne yapacağım diye kara kara düşünür. Arkadaş bu gün de sıra sende hadi dua et bakalım yemeğimiz gelsin, derler. Yunus bir kenara çekilir, ellerini açar Yüce Mevlasına ve dua eder, sonra da “Allah’ım bu arkadaşlar kimin hürmetine bu sofraları istediyseler ben de O’nun hürmetine işitiyorum, Rabbim ne olur beni mahcup etme arkadaşlarıma!” der ve dua eder. Her gün gelen sofranın iki misli ve daha zengin yemekler gelir. Bu defa diğerleri şaşırır. Sorarlar arkadaş sen kimin hürmetine istedin de bu kadar sofra bu kadar fazla yemek geldi ikramı ilahi olarak? Yunus Emre önce siz söyleyin sonra da ben söyleyeyim. Onlar derler ki, biz “Taptuk Emre’nin bir müridi vardır adı Yunus’tur onun hürmetine istiyorduk. Hadi sen de söyle, deyince Yunus çok mahcup olur ve artık bir şey konuşamadan yerinden kalkar ve heybesini sırtına atar oradan ayrılır ta dergaha kadar yürür ve şeyin kapısında başını eşiğe koyar yatar ta şeyhi içerden çıkınca ayağı takılır, bu bizim Yunus mu? derse affedilmiş sayılacağını duymuştu. Bunu duyunca Yunus dergaha kabul edildi ve dergahta devam etti.