Yaratılan varlıkların en şereflisi olan insan, akıl ve irâdesiyle ne yapacağını bilerek hareket etmek ve hayâtını ona göre yönlendirip tanzim etmek zorundadır.
İnsanın en büyük hedefi, Sâni-i Muhteşem olan Rabbini tanıması, sevmesi ve sevdirmesi; O’nu sevenleri de sevmesi ve sevdirmesi, aynı zamanda toplumda beraber yaşama şuurunu uyarma gayreti içinde bulunmasıdır.
Şayet insan, üzerine terettüp eden bu ağır mes’uliyetin idrak ve şuurunda olmaz, ona göre hareket etmez ise; dünyâsını, ikbal ve istikbâlini, hususiyle âhiretini karartmanın yanında, dine en büyük darbeyi vuran ihânet şebekelerine karşı da vazifesini yapmamış olacaktır.
Böylesine ağır bir sorumluluk taşıyan insan, insanlara insanca yaşamanın ve muâmelenin ne demek olduğunu; imanın, ahlâkın, hukukun, demokrasinin ifâde ettiği muhtevâ ve mânâyı , insanlığın bunlara ne kadar muhtaç olduğunu anlatması ve telkin etmesi gerekmektedir.
Dünya barışının, huzur ikliminin gerçekleşmesi;Din-i Mübîn-i İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân’ı Mûciz-ül Beyân’ın ve Sünnet-i Resûlüllah’ın (sav) hedeflediği Tevhid, Nübüvvet, Âhiret, Adâlet ve İbâdet hususlarının insan hayatına mal edilmesi ve mezkûr hakîkatlerin muhtevâsına uygun yaşamak ve yaşatmakla, insanî değerlere saygı duyup paylaşmak suretiyle ancak mümkün olabilecektir.
O Allah ki, Rahmân ve Rahîm dir, merhameti ve şefkati sonsuzdur. Yaratılan hiçbir şey, abes ve lüzumsuz değildir. Kâinâta iman nazarıyla bakan insan, Allah’ın kâinattaki kudretini görür, azâmeti karşısında aczini itiraf edip secdeye kapanır.
O Allah ki, gözlerini dünyâya yeni açmış yavrunun rızkı olan sütü, kan ve fışkı arasından, çocuğun mîdesini rahatsız etmeyecek şekilde, bembeyaz ve tertemiz gönderen O’dur.
O Allah ki, kupkuru topraktan rengi, tadı, güzelliği ayrı ayrı mükemmel ambalajlarıyla; ‘lâ yuad velâ yuhsa’, hârika bir şekilde dünyâ sofrasını nimetleriyle süsleyen ve bütün canlıları nimetler denizinde yüzdüren de yine O’dur.
Mâlik ve melik Allah’dır. Din gününün gerçek sahibi O’dur. İnsanlara düşen vazife, ‘Allah’ım! Ancak sana ibâdet eder, yardımı senden dileriz. Ne olur bahtına düştük, bizi doğru yola ilet. Bizi sırât-ı müstakîmden ayırma’ deyip duâ duâ yalvarmak olmalıdır.
Al-i İmran sûresi 26 ve 27.ayetlerde buyrulduğu gibi; “De ki: “Ey mülk ve hakimiyet sahibi Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini azîz, dilediğini zelîl kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin elindedir. Sen elbette her şeye kâdirsin.”
“Geceyi gündüze katar günü uzatırsın, gündüzü geceye katar geceyi uzatırsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız rızıklar verirsin.”
Fatihâ sûresi de bize bunu öğretir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm”
“Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla
Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi Allâh’adır.
O Rahmân’dır, Rahîm’dir.
Din gününün, hesap gününün tek hâkimidir.
(Haydi öyleyse deyiniz): ‘Yalnız Sana ibadet eder, yalnız senden medet umarız.’
Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.
Nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.”
Allah Halik- ı külli şey’dir. İnsan hiç bir şeyi kendinden bilmemeli, zirâ herşey Allah’dandır.
Mülk Allah’ındır. Bizde Allah’ın mülküyüz. Hakim-i Mutlak Allah’dır. Beşer geçici olarak itibâri ve zâti hâkimiyet vermiştir.
Hamd ve şükür, bütün yaratılan varlıkları, zerreden kürelere, semekten sistemlere kadar herşeyi düzene ve sisteme koyan, dünyâyı Zâtına ayna yaptığı insanla şereflendiren, şefkat ve merhametiyle küre-i arzı nimetleriyle süslendirip şenlendiren Allah’adır.
Efendimiz’in (sav) sabah akşam yaptığı ve ümmetine tavsi
ye buyurduğu, pek çok fazileti bulunan, bir rivâyet-i Sahîha’da ism-i Âzam mertebesi taşıyan duâda; “Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O Bir’dir. O’nun aslâ hiçbir şerîki yoktur. Mülk O’na ait, hamd O’na mahsustur. Hayâtı veren O, ölümü veren de O’dur. O; ezelî ve ebedî hayat sâhibi, kendisine asla ölüm ârız olmayan hayy-ı Ezelî’dir. Bütün hayır O’nun elindedir. O herşeye hakkıyla Kâdir’dir. Herşeyin ve herkesin dönüşü de O’nadır.” (Buhâri, Müslim, Tirmizi)
ye buyurduğu, pek çok fazileti bulunan, bir rivâyet-i Sahîha’da ism-i Âzam mertebesi taşıyan duâda; “Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O Bir’dir. O’nun aslâ hiçbir şerîki yoktur. Mülk O’na ait, hamd O’na mahsustur. Hayâtı veren O, ölümü veren de O’dur. O; ezelî ve ebedî hayat sâhibi, kendisine asla ölüm ârız olmayan hayy-ı Ezelî’dir. Bütün hayır O’nun elindedir. O herşeye hakkıyla Kâdir’dir. Herşeyin ve herkesin dönüşü de O’nadır.” (Buhâri, Müslim, Tirmizi)
“O gâh gündüzü kısaltarak geceyi uzatır, gâh geceyi kısaltarak gündüzü uzatır. Güneş ve ayı emri altında hizmete koşturan da O’dur. Bunlardan her biri belirlenmiş bir vâdeye kadar akıp gider. İşte bütün bunları yapan, Rabbiniz olan Allah’tır. Hâkimiyet O’nundur. Ey müşrikler! Sizin O’ndan başka yalvardığınız putlar ise, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.” (Fâtır sûresi, 13)
Tevhid-i Ulûhiyet peygambersiz mümkün değildir. Işığın güneşe lüzûmu derecesinde, Tevhid Güneşi’nin ışığı durumunda bulunan peygamberler de mutlaka gereklidir.
Kâinat mescidini yaratan Allah (cc), elbette o mescide bir hatip, bir imam tayin etmesi mukadderdir.
Cenâb-ı Hakk’a iman ve itaat yolları, Peygamberler olmadan gerçekleşemez. Bu gerçeğin en makbul, en kısa ve en müstakîmi Efendimiz’in (sav) gösterdiği ve takîp ettiği yoldur.
Onun için Âl-i İmrân sûresi 31.ayette Cenâb-ı Hak; “(Habibim) De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyun ki Allah’da sizi sevsin”;
Nisâ sûresi 80.âyette, “Kim Resûlullah’a itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim itaattan yüz çevirirse aldırma, zaten seni üzerlerine bekçi göndermedik ki!” buyurmaktadır.
Âyetlerde açıkça görülmektedir ki, Allah Habîb-i Edîbi’ne (sav) itâati kendisine itaat; O’nu sevmeyi de Allah’ı sevmenin gereği olarak ifâde etmektedir.
Adâlet ve ibâdet insan fıtratıyla doğrudan alâkalı gerçeklerdir. Müsbet adâlet, hak sahibine hakkını vermek şeklinde tarif edilirken, menfi adâlet de; zulüm irtikâb edenlerin zulmüne mâni olma, haksızlık yapanları da engelleme ve terbiye etme şeklinde ifâde edilmektedir.
Adâlet olmadan saâdet-i beşeriye mümkün değildir. Adâlet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile gerçekleşir. İbâdet, bilhassa namaz; insanın yaratılış gâyesini, îmanın gereği ve saâdet vesîlesi olduğunu ifâde eder.
Gurûb etmiş güneşin sabahleyin yeniden tulû edeceği, tohumun toprağa girip filiz olarak başını çıkarması ve insanın akşam yatıp sabah kalkması gibi, bu dünyâdan sonra âhiret hayâtının vukû bulması da aynı katiyette olacağında şüphe yoktur.
(Bir de) “O büyük buluşma günü, bütün insanların mezarlarından kalkıp meydana çıkarıldıkları bir gündür. Öyle ki onların işlerinden ve hallerinden bir tek şey bile Allah’a saklı kalamaz. Allah onlara şöyle hitab eder: ‘Bugün mülk ve hâkimiyet kimin? Mutlak gâlip, tek hâkim olan Allah’ın(dır)!’” (Mü’min suresi, 16)
İçinde bulunduğumuz dünyâ hayâtı, bir gün yerini mutlâka âhirete bırakacaktır. Böylesine fânî olan dünyâda, misâfir olarak bulunan insan, sâhip olduğu maddî mânevî bütün imkanlarıyla âhiret hayatını kazanmak, Allah ve Resûlullah’ı hoşnut edebilmek için bulunmaktadır.
İnsan, Allah’ın mülkü olan bu dünyâda, sâhip olduğu fırsatları müsbet mânâda değerlendirdiği, veya menfî olarak kullandığı ölçüde huzur-u Rabb-ül âleminde ona göre muâmele görecektir.