AHMET KURUCAN-TR724.COM
“Aşkı bedenlerin buluşması ruhların ise hasretidir” diye tarif ederler.
Bana göre yüzlerce-binlerce aşk tanımından en iyisidir bu.
Sözün sahibi kimdir bilmiyorum ama esaslı bir âşık olduğu kesin.
Zira yaşamayan söyleyemez bu cümleyi.
Mecazi aşkı mı kastediyor diye aklınıza gelebilir.
Cümleyi dikkatlice okursanız vereceğiz bir tane cevap vardır; evet.
İlahi aşk için sahv aleminde böyle bir cümle kurulamaz.
Sekr’e gelince, belki.
Belki ama ona da şatahat der üzerinde durmaz ulema.
Evlilikleri üzerinden 30 yıl geçmiş.
Bedenleri hep yan-yana, can-cana olmuş 30 yıldır.
Ruhları ise sürekli hasreti yaşamış.
Hasret deryalarında yüzmüşler sürekli.
İçtikçe insanı susatan tuzlu deniz suyu misali, hasret hasreti netice vermiş.
Bedenlerin kavuşması neticeyi değiştirmemiş.
İsterseniz aşkın tarifini bir daha okuyun, bedenleri buluşması, ruhların hasreti.
Ama…
Bir gün gelmiş birbirlerine delicesine aşık bu iki kişi “Ben, ben dediğim sensin hep. Canım dediğim, sen dediğim sensin hep.” ufkunda ömürlerini devam ettirirlerken bedenleri ayrılmış.
İlk akla gelen ölüm?
Hayır, ölüm değil bedenlerini ayıran.
Meş’um ve mel’un insanların elleriyle gerçekleştirilen meş’um ve mel’un hadiseler ayırmış onları.
İşte ne olduysa o ayrılık zamanında olmuş.
Bedenlerin ayrılığı ruhların hasretini ziyade etmesi beklenirken tam tersi bir sonuç ortaya çıkmış.
Artık “Ben, ben dediğim sensin hep” diyen eşlerden biri; “Ben, ben dediğim benim hep”demeye başlamış.
Biri içeride diğeri dışarıda.
Haftalık görüşmeler, bedenlerin hasretini bitirecek açık görüşler ve hatta bayram ziyaretleri sırayla teker teker kesilmiş.
Aradan aylar geçmiş, nihayet iddianame yazılmış.
Bu kadar olmaz ki demiş hâkim deliller karşısında.
Ve ilk duruşmada içerideki dışarı çıkmış; çıkmış ama artık karşısında ne bir “ben” bulabilmiş ne de bir “sen.”
İnkâr etmiş yaşadıklarını önce.
Olmaz, olamaz demiş defalarca.
Konduramamış sevgilisine.
Ama onun olmaz, olamaz şeyler maalesef olmuş.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in meşhur Çoban Çeşmesi şiirinde anlattığı eski sevdalar aklına gelmiş.
Ben onun Ferhat’ı o benim Şirin’imdi
Ben onu Kerem’i o benim Aslı’mdı.
Ve o benim Leyla’m ben onun Mecnun’u idim.
Ne oldu böyle diye cevapsız soruları sormuş günler boyunca.
Dilinde: “Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar:
Beyhude seslenir, beyhude çağlar
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi.” mısraları bir sağa bir sola dönmüş durmuş.
Aradan geçen iki koca yıldan sonra sevgilisini gönlünde öldürmeye karar vermiş.
Ama sevgisini ve aşkını bir türlü öldürememiş.
Pekâlâ ne yapmış dersiniz?
Kendini hatıralar alemine salmış.
Çünkü geçmişini kaybederse kendini da kaybedeceğinin farkına varmış.
Bütün bütün boşluğa düşeceğini idrak etmiş ve bedeni bugünde aklı, hayali, zihni, kalbi, gönlü hep mazide yaşamaya başlamış.
Bilerek yapmış bunu.
Sevgisinin öfkeye, öfkesinin nefrete, nefretinin kine dönmemesi için.
Kırmızı bir çizgi çekmiş oraya.
“Tarihe karıştı eski sevdalar” diyen Faruk Nafiz’e inat yapmış bunu.
Karşılığını bulmasa da eşinden, aşkına vefa görmese de sevdiceğinden devam demiş böyle davranmaya.
“Bedenlerin buluşmasını” değil, tıpkı ruhlar gibi bedenlerin hasretini de aşkın tanımına dahil etmiş.
Sûfilerin İlahi aşk ile alakalı enfes tespiti aklıma geldi şimdi.
“Dağ dağa kavuşur, aşık maşuka kavuşamazmış. Kavuşsaydı aşk biterdi. Bu tecellinin talibi yok maalesef.”
Sizin de aklınıza geldi mi bilmiyorum ama benim aklıma mecazi aşktan İlahi aşka cebri hicret geliyor.
Olabilir mi gerçekten?
Bilmiyorum.
Bunu zaman gösterecek.
Merak ettiniz biliyorum kim bu diye?
Canım kadar aziz bildiğim bir dostum diyeyim ve kalbimin derinliklerde her daim patlayan volkanımı susturmaya çalışayım.
Pekala şimdilerde ne yapıyor diyorsanız. “Aşık bir perdedir. Yaşayan maşuktur, aşık ise bir ölü. Var gibi görünen bir yoktur o.” ufkunda imrar-ı hayat ediyor.
Dilinde ise sürekli sevgilisine kavuşamayan Nevres-i Cedid’de denilen Osman Nevres’in “Senden Bilirim Yok Bana Bir Fâide Ey Gül” şiiri.
Birlikte okuyalım:
“Senden bilirim yok bana bir fâide ey gül
Gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül
Etsem de abesdir sitem-i hâre tahammül
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Ellerle o zevk etdi ben âteşlere yandım
Çektim o kadar cevr ü cefâsın ki usandım
Derlerdi kabûl etmez idim, şimdi inandım
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Senden güzelim çare bana kat’-ı emeldir
Etsen dahi ülfet diyemem ellerle haleldir
Ağyâr ile gezsen de gücenmem ki meseldir
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Gördüm açılırken bu seher goncayı hâre
Sordum n’ola bu cevr ü cefâ bülbül-i zâre
Bir âh çekip hasret ile dedi ne çâre
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül!
Bîgâne-edadır bilir ol âfeti herkes
Ümmîd-i visâl eyleme andan emelin kes
Beyhûde yere âh u figân eyleme Nevres
Gül yağını eller sürünür, çatlasa bülbül…”
Bu eşsiz şiirin ilk kıtası Tanburi Ali Efendi tarafından Hüseyni makamında bestelenmiştir.
Zeki Müren’den dinlemenizi tavsiye ederim.