Ömer Atilla Ergi
Son zamanlarda radikal selefilerin ve siyasal İslamcıların sıkça dillendirdiği konulardan biride ulu’l emre itaat konusundur. Özellikle içinde bulunduğumuz süreç itibarıyla ulu’l emre itaat meselesi bazı kesimler tarafından devlet meselesi haline getirilmiş, devlet reisine itaat etmeyenlerin de, ehli takva veya veliyullah olsalar da katli vacib olduğu yönünde fetvalar bile verilmiştir. Bu fetvaları veren kişilerin genel görüşleri, Müslümanları yöneten siyasi iktidarın, İslami değerleri sadece sözde savunmaları bile kendilerine itaati farz kılar yönünde. Hâlbuki müfessirler Nisa Süresi 59’da emredilen Allah ve Resülüne itaatin bağlayıcı olduğunu, bununla beraber ulu’l emre itaatin şartlara bağlı olduğunu ifade ederler. İslam uleması devlet reislerinin talimatları Allah ve Resulünün emirleriyle örtüşmediği veya zıt düştüğü durumlarda kendilerine itaat edilmeyeceğini söylemişlerdir. Daha da önemlisi, insanlığın efendisi (sav) meşru olan emre itaat edilir, buyurmuş ve Allah’ın emrine uymayan hiçbir varlığa itaat edilmeyeceğini de açıkça beyan etmişlerdir. Bu hükmün delillerinden biride Abdullah b. Huzafenin komutan olduğu bir seriyyede emrindekilere bir ateş yakarak kendilerini bu ateşe atlamalarını emretmesi ve sahabenin “biz bu emre itaat ederiz ama önce Allah Resulüne bir soralım” demeleri üzerine, kainatın Efendisi, “eğer o ateşe girseydiniz, bir daha çıkamazdınız” buyurmasıdır.
Ayrıca ayet-i kerimede geçen “sizden olan emir sahiplerine itaat edin” cümlesinde emir sahiplerinin kimler olduğu konusunda da alimler arasında ihtilaf vardır. Bazıları bunları ümmetin yetki verdiği yöneticiler veya komutanlar olarak tanımlasalar da, büyük çoğunluk ulu’l emrin İslam uleması olduğu kanaatindedirler. Bununla beraber bazı tefsirciler ulu’l emri genellememişler, tarihi kriterler bağlamında değerlendirerek, bunların Allah Resulünün çevresindekiler olduğunu ifade etmişlerdir. Aslında bu görüşünün kuvvetli olma ihtimali yüksektir çünkü ayet-i kerimenin devamında “bu konuda ihtilafa düşerseniz, meseleyi Allah ve Resulüne havale edin” buyuruyor. Buna göre mevzuyu Efendimizin içinde bulunduğu dönem itibarıyla da ele alsanız, veya sonraki dönemler çerçevesinde de değerlendirseniz, ulu’l emirle ilgili meselelerde ihtilafın muhtemel olduğunu ve bu gibi durumlarda Allah ve Resulüne, yani Kur’an ve sünnete başvurulmasının gerekli olduğu bildiriliyor. Dolayısıyla emir konusunda ihtilaf durumlarında başvurulacak merciler Kur’an ve hadisi en iyi anlayan ve anlatan otoriteler, müfessirler, muhaddisler, yani İslam alimleridirler. Netice itibarıyla İslam ulu’l emir konusundaki ihtilafların ulema tarafından çözümlenmesini tavsiye eder.
Burada azami dikkat gösterilmesi gereken mühim bir husus vardır, o da, tavsiyelerine başvurulacak ulema kimlerdir ve bu otoritelerde hangi özellikler aranır? Öncelikle şunu belirtmek lazım ki siyasi iktidarlardan menfaat sağlayan ve dini hükümlere onların verdiği talimatlar çerçevesinde kılıf giydirmeye çalışanların, ne görüşlerine, ne de fetvalarına itibar edilir, çünkü bunlar İslam hukuku nazarında hür veya günümüz tabiriyle bağımsız değildirler. İslam hukuku bağımsız olmayan alimlerin verdiği hükümleri meşru saymaz çünkü bu hükümler Kur’an ve sünnet ölçülerine göre değil, bağlı oldukları siyasi iradenin arzu ve isteklerine göre şekillendirilmiş fetvalardır, dolayısıyla, bu durumda olan kişilerin İslam fıkhı açısından hüküm vermeye hukuki ehliyetleri yoktur.
Dünyalarını ahiretlerine tercih etmiş bu zevatın isimlerinin önünde Prof, Dr, Müftü, hoca, İslam hukukçusu gibi unvanlar da bulunsa, söylediklerinin İslami kriterler açısından hiçbir değeri yoktur. Çünkü bu bedbahtlar artık ağızlarına sürülen tılsımlı bir balın etkisiyle, Müslümanların ketline bile cevaz verebilir, zalimleri İslam kahramanı, alimleri de terörist ilan edebilirler. Dolaysıyla, bu şahsiyetler alimde olsalar, Allah’ın kendilerine bahşettiği ilimle amel etmezler, daha da kötüsü bu ilmi zalim ve tiranların hizmetinde kullanırlar. Aslında bu durumdakiler, dini ilimlere karşı da bir ihanet içerisindedirler, çünkü artık onlar dini ilimlere hizmet etmek yerine, elde ettikleri ilimleri çıkarlarına hizmet ettirmektedirler. Hubbu cah, hubbu makam, hubbu dünya onların tüm benliğini kuşatmış, sağlıklı karar almalarını da engellemektedir. Bu vaziyete düşmüş insanlar için bizim elimizden “ya Rabbi, bunlar senin kulların, dilersen ıslah eder, gerçekleri gösterirsin, dilersen helak edersin” demekten başka bir şey gelmez.
Diğer taraftan, nasihat ve tavsiyeleri dinlenmesi gereken ulemanın özelliklerine gelince, onları tespit etmek çok da zor değildir. Onların sözü özü birdir, ilimleriyle amel ederler, çizgilerinden bir milim dahi sapmazlar, altmış yıl önce ne söylüyor, ne yapıyorlarsa, bugün de aynısını söylüyor, aynısını yapıyorlardır. Yalan söylemezler, zulme boyun eğmezler, yaşadıkları gibi inanmaz, inandıkları gibi yaşarlar. Saraylarda, villalarda, yatlarda, katlarda, makam araçlarında, dünya zevklerinde gözleri yoktur, bu malayani şeylerle vakit kaybetmezler, hatta bu gibi dünya zevkleri onların rüyalarına bile misafir olmaz. Onlar saadet ve huzuru küçücük odalarında Rab’leriyle başbaşa kalmada bulurlar ve buldukları şeyi dünyada hiçbir şeye değişmezler. İşte gerçek Allah dostlarının tarifi budur…
Şimdi dönelim ulu’l emir meselesine… Bu konuda Hulefa-i Raşidinin ulul emir olduğuna dair hiç kimsenin ihtilafa düşeceğini sanmıyorum, çünkü Raşid Halifeler sadece birer devlet büyükleri değil, aynı zamanda her biri birer müctehit, yani ictihat sahibidirler. Daha da ötesi, onlar İnsanlığın efendisinin nurlu halkasının en yakın sahabeleridirler. Dolaysıyla menba-ı ziyadan direk beslenmiş seyyidul ulemadırlar. Bu nedenle onlar her anlamda ulu’l emirdir. Fakat siz onları sadece siyasi kriterler içinde değerlendirip, ulu’l emir meselesini politik sebeplerle bir indirgemeye ve genellemeye tabi tutarak, devlet reisi olan herkese itaat etmek farzdır hükmünü çıkarırsanız, hayatlarıyla tarihin altın sayfalarında yerini almış birçok İslam ulemasının hakkına tecavüz etmiş olursunuz. Böyle bir iddia, Efendimizin mübarek torunu Hüseyin (ra)’nın Yezide itaat etmesini, İmam Azam Ebu Hanife ve İmam Malikin, dönemin halifesi Ebu Cafer Mansurun zulmüne boyun eğmesini, İmam Ahmed b. Hanbelin de Mutezile fırkasına biat eden Halife El Me’mun’a itaat edip Kur’an mahluktur demesini gerektirirdi. Halbuki onların hiçbiri dönemlerinin zalim devlet reislerine itaat etmediler ve bedelini zindanlarda kırbaçlanarak, zehirlenerek, huncarca katledilerek ve idam edilerek ödediler. Netice itibarıyla, onlar gibi kendilerine zulmeden zalim liderler de ahirete göçtü, fakat aradaki mühim bir fark şu ki, bu alimler asırlar sonra bile bin rahmetle anılırken, o zalim devlet reisleri halen bin lanet ile anılıyorlar… Siz siz olun ahirete irtihal ettikten sonra arkanızda, zalimdi veya zalimin destekçisiydi diyen insanlar bırakmayın.