Ülkede sevgi ve hoşgörünün zifiri bir karanlığa gömüldüğü 15 Temmuz’dan sonraki soğuk bir kış günüydü. O gece de hep uyanık kalmıştı Mustafa. Ne kadar uğraştıysa da gözüne bir türlü uyku girmemişti. Heyecandan mı yoksa endişeden mi bilinmez; ama dünyanın ne kadar sıkıntısı varsa sanki göğsüne dolmuş, sıkışmış, yüreğinin üstüne bütün ağırlığıyla çökmüştü.
Kalktı, çocuklarının başına gitti. Gözleri dolu dolu şefkatle baktı o masum yavrularına. Başlarında dönen uğursuz hadiselerden habersiz mışıl mışıl uyuyorlardı. Ülkede başlatılan cadı avıyla yüz binlerce kişi ateşe atıldığı gibi Mustafa da bu tuzağın kurbanlarından biri olmuştu.
Gitmek için bütün hazırlıklarını tamamlamasına rağmen yine de kararını sorguluyordu genç adam. Ne yapıyordu böyle, nasıl bir maceraya sürüklüyordu onları? Yapacak başka bir şey yoktu. Bütün yollar tükenmiş, ülkeden kaçmaktan başka çaresi kalmamıştı. Hem dinine hizmet etmedikten sonra burada kalmanın bir anlamı da yoktu.
Yanaklarından süzülen gözyaşlarını sildiğinde eşinin de kendisi gibi uyumadığını gördü. Yanına gitti:
– Hakkımda yeniden yakalama kararı çıktı biliyorsun. Eğer beni bir daha alırlarsa sağ çıkamam, dedi gırtlağına düğümlenen hıçkırıklarla. Yaşadığı zulümler bütün canlılığıyla gözlerinin önündeydi:
‘Terör örgütü üyesi olduğu’ iddia edilerek bir sabah erkenden bir ordu polis kaldığı yeri basıyordu. Ne olduğunu daha anlayamadan gelenler küfürler ederek üzerine çullanmışlardı. Eşi üzeri müsait olmadığından bulunduğu odanın kapısını kapatmıştı. Ama polisler kapıyı tekmeleyip eşini sürükleyerek yanına getiriyorlardı. Eşinin ve ağlayıp duran çocuklarının yanında ağza alınmayacak küfürleri çekinmeden söylüyorlardı. Hiç susmuyorlardı:
– Aşağılık vatan hainleri, siz bittiniz! Alçak şerefsiz devlet düşmanlari, köpekler, teröristler…
Küfürler, itip kakmalar arasında ekip arabasına bindirilmişti genç adam. İşkenceler daha ekip aracında başlamıştı. Birisi ensesini sıkıp, ‘Bak ulan …piçi bizleri yorma, şubede ne biliyorsan anlat, yoksa biz seni yorarız.’ diyordu.
Göz altına alınır alınmaz karanlık bir dehlize konulmuştu. Burası ağır işkencelerin üssüydü. Meğer ülkede ne Guantanamo’lar varmış! Tam 7 kişi hiç acımadan son derece çıldırmış bir şekilde Mustafa’ya vuruyorlardı. Elleri arkadan yukarıdaki bir askıya bağlı olduğu için hiçbir şekilde kendisini koruması mümkün değildi. Bu arada sürekli:
– Sen aktif olarak bu darbenin içindesin, sen ve arkadaşların yaptı bunu, diyerek ona, ailesine çok ağır küfür ve hakaretler ediyorlardı. Hatta her seferinde eğer itiraf etmez ve isim vermezse eşini de gözaltına alma ve kendisine yaptıklarının aynısını ona da yapmakla tehdit ediyorlardı.
Her gün sabahtan akşama kadar ağır küfürler eşliğinde çırılçıplak soyuyorlardı. Çıplak vaziyette gözleri, ağzı ve elleri bağlı olarak koridorlarda sürükleniyordu. Sonra soğuk suyun altında saatlerce tutulup bu halde tekmeleniyordu. O günlerde ölmekten başka bir şey istemiyordu.
İşkenceler dayanılmaz boyuta ulaşıp, artık öleceği düşünülünce mahkemeye çıkarılmıştı. O kadar fazla zulüm görmüş olacak ki bir hakim mecburen onu adli kontrol şartıyla bırakmıştı. Yakınları, gözaltında neler yaşadığını sorduğunda anlatamıyordu Mustafa. Anlatmaya insanlık onuru elvermiyordu. Sadece:
– İşkence adına aklınıza ne geliyorsa hepsini üzerimde denediler, demekle yetiniyordu.
Şimdi yeniden kendisi için yakalama kararı çıkartılmıştı. Bir daha o işkencelere katlanamazdı. Eşinin yüzüne hüzünle bakarak:
– Ne diyorsun? Endişelerin geçti mi? Yurtdışına çıkalım mı? Bir daha o işkencelere katlanamam. Öldürür bunlar beni. Ama tek de gitmek istemiyorum. Şimdi de senin hakkında arama kararı çıkmış.
Ağlıyordu kadıncağız:
– Kalmak da gitmek de çok tehlikeli. Yakalanmaktan korkuyorum. En çok da senin için.. Çocuklarımız için endişeliyim. Yoksa seninle her yere varım. Giderim. Başka çaremiz de yok zaten.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Koca dünyada yapayalnız olduklarını, keder ve üzüntülerini paylaşacak tek bir kişinin bulunmadığını idrak etmek insanın omuzlarını çökertecek kaygılardı.
Kaçak yollardan yurtdışına çıkmaktan başka çaresi yoktu Mustafa’nın.
Bir gün yanına eşi, 2 ve 3,5 yaşlarındaki çocuklarını da alarak Meriç nehrinden Yunanistan’a geçmek üzere yola çıktı.
Yolda polis kontrol noktalarına yakalanmadan Meriç’e ulaşmak pek kolay değildi. Ağzında bir şeyler okurken sabırsızlıkla ellerini sıkıyor, bir yandan da fısıltı halinde eşine moral vermeye çalışıyordu:
– Az kaldı! Meriç’e bir vardık mı gerisi tamam! Ver elini özgürlük! Yepyeni bir hayatımız olacak, artık hiç ayrılmayacağız. Saklanmamıza, kaçmamıza, hep korkuyla yaşamamıza gerek kalmayacak.
Gözleri dolmuş, Meriç’in ötesine beslediği bu umutlarla tebessüm etmeye çalışıyordu. Ama kendisini ne kadar zorlasa da yüzündeki burukluğu, dizlerindeki endişeyi atamıyordu.
Kendisi gibi görevinden ihraç edilen bir iki arkadaşı daha onlarla birlikte özgürlük yolundaydı. Rahat bir nefes almak uğruna otuz yıllık hayatlarını silerek sadece bir sırt çantasıyla hicrete çıkmışlardı.
Ama özgürlük öyle kolayca ulaşılan bir şey değildi memlekette. İmtihan üstüne imtihandan geçmek gerekiyordu.
Ve onların da bitmiyordu birkaç elekten geçme hali. Meriç’e yakın olan bir köy yakınlarında jandarma tarafından fark edilmişlerdi.
Devriye aracından korkunç bir ses yükseliyordu:
– Dur!
Bu ihtara uymayarak Yunanistan sınırındaki askeri yasak bölgeye kadar aracı sürdü klavuz. Fakat fazla kaçamayacaklardı.
Korktukları başlarına gelmişti. Yakalanmak üzereydiler. Sonuç yine tutuklanma olacaktı. Gördüğü işkencelerin tekrarını yaşamak istemiyordu. Ellerini sımsıkı tutan eşine baktı Mustafa:
– Ellerine geçersem kurtuluşum yok! dedi.
– Evet, kaç sen bekleme!
Eşine çocuklarına baktı… baktı. Nasıl giderdi? Ağlıyordu ikisi de.
– Bak gitmezsen zaten seni alırlar. Bu sefer acımazlar sana. Bana bir şey yapmazlar. Hiç olmazsa birimiz dışarda olalım çocuklarımız için, dedi eşi yüreğine taş basarak.
Anlık bir vedanın ardından koştu Mustafa.
Büyük bir cürüm işlemiş gibi, vicdan azabıyla, endişeyle, hüzünle ve korkuyla alabildiğine hızlı kaçtı. Aklı başından çıkıp gitmiş. Şuurunu kaybetmiş. Arkada insafsız adamların eline bırakmış canını, canlarını… Geri dönse de bir faydası olmayacak onlara. Kulağında haykırışlar, bağrışmalar, düdük sesleri… İki ateş arasında: Ya vicdansız adamların elinde parçalanacak ya da nehrin korkunç sularıyla boğuşacak. Arkasına bakmaya dahi fırsatı yok, kafasında silahlar patlamak üzere.
Çaresizlikle koşarak kendini Meriç’in soğuk sularına attı. Bir kulaç, iki kulaç, üç kulaç.. Soğuk ve bulanık nehir, vücudunun her tarafını, göğsünü, kollarını, sırtını mengene gibi sıkıyordu. Yüzüne, kulaklarına tokat gibi vurup başına kapanan sular, kulak zarlarında korkunç bir uğultuya dönüşmüştü. Meriç, onu dibe çekiyordu kuvvetli pençeleriyle. Bırakmadı mücadeleyi genç adam. Bir süre daha yüzdü ama karşıya geçemeden takati kesildi, tamamen sulara gömüldü. Bir iki defa batıp çıktı. Gözleri kararıyor, uğultular beyninde yankılanıyordu. Nefes alması imkansızlaşmıştı.
Ve bir süre sonra akıntıyla birlikte kayboldu.
Kollarında kırmızı şeritler olan toy bir jandarma büyük bir şey bulmuş gibi:
– Bunlar Fe…cü, deyip bağırıyordu.
Onların Hizmet Hareketi’ne mensup olduklarını kavrayınca, jandarmalar suda boğulan insana yardım etmek yerine araçta kalanları gözaltına almakla meşgul oldular.
Hatta Mustafa’nın eşine kelepçe vuran bir başkası diğerine:
– Şu hain olur da karşıya geçerse çok üzüleceğim. Hepsi geberip gitmeli bunların!
Bir süre sonra gelen dalgıç ekipleri de Mustafa’nın haksızlığa boyun eğmeyecek bir kişilikte olduğunu öğrenince aramayı hemen bitirmişti. Değil mi ki sevgi soluyan adil bir dünya istiyordu Mustafa, ölsün gitsindi. Kurtarmaya değmezdi.
Bileklerine kelepçe vurulan suçsuz bir kadın, hayatta hep bir tarafları kırılmış gibi duracak olan iki mağdur, masum çocuk, havayı tamamen kaplayan hüzün kokusu ve sırf iyilik yapma düşüncesinden dolayı Meriç’e devrilen bir beden…
Kimsesiz ve garip olduğu bu topraklardan ebedi olarak kurtulmuştu Mustafa. Herkesle huzur içinde yaşama fikrinden dolayı horlandığı şu vahşet diyarından toprağın şefkatli sinesine gidiyordu. Dünya sürgününden azat olup bütün dostlara, dostların dostluğuna kavuşuyordu. Özgür olmak için çırpınıp duran ruhu nihayet beden kafesinden kurtulmuştu. Hukuk ve adaletin tamamen hakim olduğu bir diyara gidiyordu. Ayaklarına keyfi olarak esaret zincirlerinin vurulmayacağı bir yere…
Tertemiz duygular ve halis bir niyet ile hicrete koyulan mefkûre muhacirlerinin bazıları Mustafa gibi Meriç’te ahirete yürüdüler; belki cesetleri bile bulunamadı bazılarının ama onlar ruhlarının ufkuna ulaştıkları yerde, Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm tarafından karşılanmışlardır.
Mustafa ve paratöner gibi musibetleri kendilerine çeken yiğitler unutulmadılar, unutulmayacaklar. Bir yad-ı cemil olarak hep anılacaklar. Onların sevabını ancak Allah’ın mizanı tartar. Allah, onları hususî inayet ve sıyanet seralarına alsın!
Ülkemizin ve dinimizin geleceği için her türlü fedakârlığa katlanarak hizmete omuz veren insanları hayırla yâd etmek, fazilet ve meziyetlerinden bahsetmek ve nihayet dualarımızda sık sık onları zikretmek bizim için öncelikli ve çok önemli bir vefa borcudur. Bu borca karşı durgun davranmak vefasızlığın; hislerimiz, heyecanlarımız ve beyanlarımızla her ellerimizi kaldırışımızda onlar için Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dilemek de vefanın gereğidir.
Ruhunuz şad olsun… Unutulmayacaksınız, hep bir yad-ı cemil olarak kalacaksınız dillerde…