Kur’an-ı Kerim, Mağara Yaranının bulunduğu mekanı ve içindekilerin hayret veren vaziyetlerini anlattıktan sonra 300 sene sonra uyandırılmalarını “Baasnâhüm ifadesiyle haber veriyor. Sanki “basu ba’de’l-mevt” öldükten sonra diriltme gibi bir kelime ile anlatıyor. Bu bir DİRİLİŞ… Mahşere, haşir ve neşire bir misal…
“Böylece onları diriltip uyandırdık: Uyanınca birbirlerine sor sorsunlar diye… İçlerinden biri arkadaşlarına ‘Burada ne kadar kaldınız?” Arkadaşları ‘Bir gün veya daha az bir süre kaldık’ dediler. Arkasından dediler ki, ‘Burada ne kadar kaldığımızı Allah hepimizden iyi bilir. Şimdi şu gümüş para ile birinizi şehre gönderin de en temiz yiyeceği kimin sattığına baksın, birazını size getirsin. Fakat dikkatli olsun da kesinlikle burada olduğumuzu hissettirmesin. Çünkü eğer hemşehrileriniz, sizi ele geçirirlerse, ya taşa tutarak öldürürler veya kendi dinlerine döndürürler ki, o takdirde bir daha iflah olmazsınız.” (18/19-20)
Onların tanınmasına sebep, pazara inenin elinde bulunan 300 sene önceye ait para idi. Artık Dekyanus despotunun dönemi çoktan geçmişti. Tiranların işi bitmişti. Bu yeni bir dönemdi. Bu durumu öğrenen pazara gönderdikleri arkadaşları, tekrar mağaraya dönüp onlara olup biteni anlattı. Halkın onlara bakışı gibi onlar da heyecana kapıldılar, hatta dehşete kapıldılar. Çünkü, “Şehri terk etmelerinin üzerinden çok uzun bir zaman geçtiğini, çevrelerindeki dünyanın artık değiştiğini, daha önce karşı çıktıkları, aynı şekilde alışık oldukları şeylerden eser kalmadığını, kendilerinin asırlar önce yaşamış bir kuşağa mensup olduklarını, insanların nazarında ve duygularında şaşkınlık uyandıran garip insanlar olduklarını, kendilerine normal insanlar gibi davranmalarının mümkün olmadığını, kendilerinin mensup oldukları kuşağa bağlayan bütün yakınlıkların, münasebetlerin, duyguların, gelenek ve alışkanlıkların mevcut olmadıklarını, kopmuş olduklarını, kendilerinin birer canlı hatıraya benzediğini fark edince, nasıl bir dehşet yaşadıklarını tahmin edebiliyoruz. İşte bu içine düştükleri dayanılmaz dehşetten dolayı Cenab-ı Hak onlara merhamet ediyor, ruhlarını alarak onları bu durumdan kurtarıyor.” (Fî Zılâli’l-Kur’an)
Bundan sonra Kur’an-ı Kerim yani bir sahne sunuyor: “Böylece hemşehrilerinin onları bulmalarını sağladık. Muradımız, Allah’ın va’dinin hak ve gerçek olduğunu, kıyamet gününün mutlaka geleceğini, bunda hiçbir şüphe olmadığını öğrenmeleridir. Hemşehrileri o sırada bu gençlerin durumunu tartışmaya koyuldular. Bir bölümü ‘Uyudukları mağaranın önünde bir ANIT dikin, Rab’leri onları hepimizden iyi bilir.’ dedi. Fakat onların inançlarının iç yüzünü iyi bilenler ise, ‘Mağaralarının önünde mutlaka bir MESCİD yapacağız’ dediler.” (18/21)
Dikkat edersek burada, Kur’an’ın dört esasına (Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adâlet), bilhassa öldükten sonra dirilmeye vurgu yapılarak, Cenab-ı Hakkın, insanların öldükten sonra dirileceklerine dair sözünün gerçek olduğunu, kıyametin kesinlikle kopacağını, burda hiçbir şüpheye yer olmadığını gösterir isbat vardır.
Bundan sonra da yeni bir perde açılıyor:
“(Ashab-ı Kehf ile ilgili) Kimleri, ‘Onlar üç kişi idi, dördüncüleri köpekleridir,’ diyeceklerdir. Bu sözler, Karanlığa Taş Atmaktır.’ Kimileri de ‘Yedi kişi idiler, sekizincisi köpekleridir’ diyeceklerdir. De ki: ‘Onların sayısını hepimizden iyi Allah bilir.’ Onların hakkında derine dalan bir tartışmaya girme ve bu olay konusunda, hiç kimseye bir şey sorma.” (18/22)
Bu ayetten çıkarılması gereken istenen İBRET dersi şudur: İnsanın aklî enerjisinin kendisine fayda sağlamayan konulara dalarak tartışmaya girmemesi gerekir. Bir de o konuya taraf olan herhangi birisinden bu konuda bir şey sormaması icap eder. Bu husus KARANLIĞA TAŞ ATMAMA konusunda bizlere verilmiş bir DİREKTİFTİR.
Geçmişte kalanlar için durum bu ise, geleceğe dair karanlığa taş atmalar da öyledir. Onun için, geleceğe dair bildiğin bir şeyi yaparken bile “İnşaallah” diyerek Allah’ın meşiet ve dilemesine işi havale etmek gerekir. Onun için şöyle buyruluyor: “Hiçbir iş hakkında, ‘Bunu yarın yapacağım’ deme. Bunun yerine ‘Allah dilerse (İnşaallah) yarın bu işi yapacağım.’ de. Böyle demeyi unuttuğunda ise Rabbini an ve “Umaraım ki, Rabbim beni şimdikinden daha doğru olana yaklaştırır’ de.” (18/23-24)
Hiçbir zaman şımarmamamız ve asla karamsarlığa da kapılmamamız için, devamlı kalbimizin Cenab-ı Hakla irtibatlı olması, onun hikmetlerini görüp seyretmesi, bu fani dünyaya sahip olmaya değil, ŞÂHİT OLMAYA geldiğinin şuurunda olması icap eder.
Bu hususta son olarak da Ashab-ı Kehf’in mağarada ne kadar kaldıklarının bilgisi veriliyor: “O gençler mağarada üç yüz yıl kaldılar. Buna dokuz da eklediler.” (18/25) Hicri takvim ile Miladî takvime burada bir işaret vardır. Her otuz üç senede bir, Hicri, takvim, Miladi’ye göre bir sene geri kalır. Onun için Miladî olarak 300 sene olunca Hicri’ye buna uygun biçimde bir 9 sene daha eklemek gerekir. Böylece 300 ve 309 demekle her iki takvime uygun bir kalış zamanı tesbit edilmiş olur… Yine de Kur’an-ı Kerim son bir uyarıda bulunuyor: “De ki: ‘Onların mağarada ne kadar kaldıklarını herkesten iyi bilen Allah’tır. Göklerin ve Arzın sırlarının bilgisi, O’nun tekelindedir. O ne güzel görür!.. Ve ne güzel işitir! (Görüp işitmesi hayret verir derecede çok müthiştir!) İnsanların O’nun dışında başka bir koruyucuları, başka bir önderleri yoktur. Mülk ve hâkimiyetine hiç kimseyi ortak etmez.” (18/26)
Nemrutluklar, firavunluklar, despotluklar, tiranlıklar ‘varıp biraz da oyalanmadan’ ibaretti… Bunları aklımızdan çıkarmayalım…