Bir önceki yazımda Sayın Keneş’in çalışmasındaki cemaatin seküler bir yapıya sahip olması ile ilgili yapılan tespit ve teklifleri sıralamış ve kendimce katılmadığım noktaları arz etmiştim.
Şimdi kaldığım yerden devam etmek istiyorum.
Çalışmadaki tespitlerden canımı en çok yakan “Şiddete bulaşmıyoruz, dışında cemaati İŞİD’ten ayıran bir özelliği kalmadı.” ve “Siyasal İslamcılarla bir farkımız yok, sadece daha insaflı ve vicdanlıyız.” gibi yorumlar oldu.
Bu yorumu yapanların delilleriyle böyle bir sonuca nasıl vardıklarını bence izah etmeleri gerekiyor. Aksi takdirde mensupları milyonlarla ifade edilen bir Harekete yönlendirilen bence son günlerde gündem olan soru çalma iddialarından daha da vahim bir itham bu.
Bu cemaat bildiğim kadarıyla terörizmi asla hoş görmedi. “Müslüman terörist, terörist de Müslüman olamaz.” önermesini dünyaya yayan bir cemaatten bahsediyoruz. Yine bildiğim kadarıyla bu cemaat insanların palalarla kafalarının kesilmesine, Yezidi kadınların alçakça tecavüze uğrayıp cariye yapılmasına, gay olduğu tespit edilen insanların yüksek binalardan atılarak öldürülmesine, sokak ortasında masumların infaz edilmesine ve bu gibi alçaklıklara asla onay verici fetvalar yayınlamadı ya da bu yapılanlara sessiz kalmadı.
Bunun yanında Siyasal İslamcılar gibi cami içlerinde besmeleyle rüşvet almadı ve iş adamlarını salya sümük ağlatıp haraca bağlamadı. Evet bir partinin “demokrasi”yi geliştirme vaadleri adına bence yanlış da olsa kapı kapı dolaşıp oy istedi ama oy satın almadı. Sandıkta yolsuzluk yapmadı, kurumlarında humus alan idarecileri olmadığı gibi aynı idareciler tüm akraba-i taallukatını da işe almadı.
Mensuplarının hiçbiri bir yüzükle geldikleri makamdan milyonlarca dolarlık servetle ayrılmadı. Aksine malını mülkünü inandığı değerler için harcayıp tüketen pek çok insan oldu. Eğer bu Hareket omurgasızlığı ile bilinen Siyasal İslamcı bir yapı olsaydı güce boyun eğer, yapılanlara sesini çıkarmaz şimdi bazı cemaatlerin yaptığı gibi suya sabuna dokunmadan tüm müesseseleriyle hayatına devam ederdi.
Tuhaf bulduğum tespitlerden biri de “Her şeyin bizcesi denilip namaz, oruç ve haccın bile bizcesi denilir hale geldi. Namazın bizcesi mi olur?” sorusu. Önceki yazıda bahsettiğim “cemaat literatürü”nü bilmemezlikten kaynaklanan durum bu soru için de geçerli.
“Bizcesi” ifadesi cemaatin sanki bunları farklı bir yapıya evirmesi bağlamında kullanılıp hatta özü değiştirdiği gibi anlamlar yüklenerek eleştirilmiş. Bir nevi Gökhan Bacık’ın namazı “ritüel” olarak algılaması gibi.
Halbuki az çok cemaat kaynaklarından beslenen biri, bundan anlaşılması gerekenin bahsi geçen ibadetlerin Efendimiz zamanındaki gibi hakkını vererek, geçiştirmeden, Allah’la tam bir iritibat içinde yapılması gereken ibadet olduğunu bilir. Eğer katılımcıların bu konuda bir anlayış sıkıntısı varsa 1978 yıllarına ait 9 namaz serisi vaazı ve hutbesini dinleyip ya da bu serinin kitaplaşmış hali olan “Miraç Enginlikli İbadet Namaz” kitabını okuyarak “bizce” namaz nedir ve nasıl kılınmalı öğrenebilirler.
Bunun yanında “İlahiyatçılar sadece kendi alanlarıyla uğraşsınlar.” deyip namaz hakkında bile garip aforizmalar savuran sosyal bilimcilere de “seküler” ve “akılcı” yaklaşarak ne denmeli, bilmiyorum.
Çalışmanın neredeyse çoğu bölümünde ifade edilen bir diğer tespit var ki o da bazı ilahiyatçı ve “molla” tabir edilen kişilerin cemaatin karar alma ve yönetim mekanizmalarında hem doğrudan ama çoğunlukla da perde arkasında hakim olmaları. Bir İran uzmanı olan Sayın Keneş’in “molla” kelimesinden hazzetmemesini anlayışla karşılıyorum. Bu tespit kısmen doğru ve kesinlikle eleştirilmesi gereken bir nokta olmasına rağmen aynı zamanda eski ve Hareketin şimdiki halinden uzak bir saptama.
Yaşadığım ülke Avustralya çerçevesinde bilgi vermem gerekirse son 10 yıldır (Daha eskisine vakıf değilim) ülkede Harekete yön veren veya kurumların başında CEO vazifesi üstlenen hiç kimse ilahiyat kökenli değildir. Bunlardan daha önce vazife yapmış olanlardan biri eğitimci, biri mühendis, biri de avukattır ki hepsi de yıllar boyunca farklı coğrafyalarda hizmet etmiş saygın insanlardır.
Bunun yanında kurumların “board”larında yine hiçbir “ilahiyatçı ya da molla” bulunmadığı gibi karar alma mekanizmalarında da yoktur. (Bir İslami Araştırmalar Akademisi olan ISRA hariç. Bu kurum zaten ilahiyat üzerinde çalışmalar yaptığı için haliyle çalışanları da ilahiyatçıdır.)
Elbette Avustralyadaki bu durum her yere teşmil edilemez. Ama şu da bir gerçektir ki Hareket bu yolda mesafe almaya devam etmekte, yerel yönetimler güçlenmektedir. Başka bir örnek vermek gerekirse Sydney’de mevcut 3 ilkokulun da müdürü yerel arkadaşlardan oluşmakta ve içlerinden biri de bayandır.
Hocaefendi’nin bilinen en bariz özelliklerinden biri İslamın aydınlık yüzünü yansıtan, dindar bir neslin yetiştirilmesine vesile olmasıdır. Hal böyleyken bizzat kendi eğitim halkasından geçmiş insanların tamamını toptancı bir tavırla “niteliksiz, yetersiz, ehil olmayan, bilgisiz, oligarşik hatta faşist“gibi ifadelerle tanımlamak da büyük haksızlıktır. Eğer tamamı öyle olsaydı Hizmet müesseselerinin zaman içinde bu kadar büyük başarı kazanıp büyümesi ve dünya çapında yayılması mümkün olmazdı.
Zamanında ve dahi halen pek çok ülke ve kurumda ilahiyatçı kimlikli insanların bulunduğu doğrudur. Bildiğim kadarıyla bunların o kurumlardaki vazifeleri çalışanlar arasında çıkabilecek sorunları çözmek, uhuvveti sağlamak, istişarelere fikirleriyle destek olmak ve yapılan işlerin helal dairede kalmasına nezaret etmektir. Ama elbette içlerinde vazifelerini aşıp karar alma mekanizmalarını atlayarak müdaheleci olanlar ve hatta güç zehirlenmesi yaşayanlar da olmuştur. Hizmet hayatımda idareciliğimi yapmış çok kaliteli ve muhterem ilahiyatçılarla çalışma imkanı bulduğum gibi (Mesela onlardan biri Manisa zindanlarında çile dolduran Şemsettin Ayyıldız’dır.) hazzetmediğim, baskıcı, fikr-i sabit insanlarla da karşılaştım. Ama bu durumun onların mesleklerinden değil insan olmalarından kaynaklanan zaaflar olduğu da unutulmamalıdır.
Yıllar önce yazdığım bazı çocuk kitap ve masallarının tüm editoryal aşamalardan geçtikten sonra bir ilahiyatçıya takıldığını ve bir sayfalık raporla düzeltmem gerekenlerin listesinin bana gönderildiğini de bu arada belirtmeden geçemeyeceğim. Masallarda geçen kimi ifadelerin sakıncalı bulunduğunu anlatan rapor üzerine, sadece bir kitabım kendi çalıştığım yayınevinde basılırken diğerlerini başka bir yayınevi yayınlamıştı.
Farklı kurum ve bölgelerde benzer müdahaleler, görev tanımı belirsizliğinden ya da “Yıkılası Abilik” düzeninden dolayı kesinlikle yaşanmıştır. Ama hatalarından ders alarak her halükarda vazifesine devam eden bu Hareketin geçmişte yaşanan bu problemleri aşma yolunda tabanın da yükselen sesiyle boş durmadığı aşikardır. Devam edeceğiz…
fsemih.yilmaz@gmail.com
Not: Getirdiğim eleştirilere Sayın Bülent Keneş’in gayet medeni, hoşgörülü, entelektüel ve yapıcı yaklaşımından dolayı teşekkür ederim. Aynı medeni yaklaşımı Sayın Keneş’i sevip savunan ve bana maille ulaşan bazı sevenlerinde de görmek dileğiyle…