Tutukluların kaçmasını önlemek için bileklerine takılan, bir zincirle tutturulmuş demir halkalardan oluşan alete “kelepçe” diyoruz.
Hani şu metâlden, buz gibi ama mazlûmu harâretten eriten soğuk nevâle.
Zindânın giriş cümlesi, hecesi…
Zin-dân, zin-cir…
Zindân, zincir deyince güzeller güzeli Hz.Yûsuf (as) geliyor aklıma.
“Güzelliğinden ellerini parçalayan müfterilerilerin kanlı bileklerine vurulması gerekirken” Hazreti Yûsuf’a mâsum olduğunu bile bile kıyıp o “varlığından utanan halkaları” bir altın bilezik olarak taktılar mı acaba ?
Ne hissetti Yûsuf (as) ?
Hâin bakışları ardında Züleyhâ’nın kalbi ne diyordu acaba ?
Muhtemelen o şanı yüce peygamber (as) kaderine rızâ ile, o mel’un ihânete “ahh” çekerken, o muhteris kadın derin bir “ohh” çekiyordu.
Belkide o devirlerde mümkün olsa, o yerin göğün ağladığı, o ifritten anı fotoğraflayıp cümle aleme ibret için servis edecekti Züleyhâ.
Edecekti ama bu devrin zâlimleri gibi içi soğumayacak, elinde olsa kurbânını ipe yollayacaktı.
Çok sonra, Züleyhâ pişmân olacak, çok sonra Yûsuf’un o altın misâl bileziklerini, zincirlerini, bir Yevm-i Muharrem’de muhabbet-i Âl-i Beyt’ten kendilerini döven “Hz.Ali” (ra) aşıkları gibi saatlerce öz nefsinin sırtına, suratına vuracaktı.
Ama Medrese-i Yûsufiye’nin azîz misâfiri “ohh” çekenlerin yüzlerine ipeksi bir dokunuş dahi atmadı.
Hep merak ediyorum, ellerindeki kelepçeleri birer iffet, ismet nişânesi olarak kaldırıp “haram lokma yemedik” diye haykıran kahramanlar, günümüzün Yûsuf misâl mazlumları muhteris leş kargalarına ne diyecekler ?
Kelepçe, Plastik Kelepçe, Elektronik Kelepçe yada târihin tozlu saifelerine gömülmüş, boyunduruk, bukağı, zincir hangisi olursa olsun mâsumun Hakk’a kalkan ellerine vurulunca, Hakk’ın hesâbı nedir acaba ?
Fikirlere zincir yahut kelepçe vurabilir misiniz ?
Tabîki hayır.
Aksine fikirleri pişiren, aklı, kalbi, rûhu birbirine rabteden sırlı bir anahtardır kelepçe.
Sırlı bir mekândır zindân.
Ne garip değil mi ? Bu meş’um süreçte hapse giripte pişmân olan, çıkıpta sevinen bir tane “dâvâ adamı” görmedim.
Halbuki her biri o ilk şok anında, sevdiklerinin gözü önünde güyâ zapt-u rapt için zincire vuruldu.
Hemde aşağılanarak, bir nev’i mazlûm için “işkence” kabul edilen ters kelepçe ile.
Düşünsenize çocuklarının gözü önünde mâsumun kelepçelenme ânı, gözyaşı ile seyredilen, unutulmaz sahnelerle dolu, akıllara kazınacak, yıllarca yenilenip duran bir ar, bir utanç vetîresi.
Bu utanç mazluma değil, zâlime müstehak iken, zâlim “utan, utan” der.
Evet utanmazlar.
Bununla berâber pişkince, utanmadan, fotoğraflayıp afişe etmek ise tam zâlimlere göre bir ameliye.
Gerçekten kelepçeli ellerini kaldırarak “haram lokma yemedik” diye haykıran yiğit gözümün önünden gitmiyor.
Prangayı şeref olarak takanların başları dik.
Haklı bir gerekçe için takılanların başları eğik.
Rastgele lüzümsuzca ipe, kelepçeye vurulanlar ise şaşkın ve üzgün.
Malesef bu vetîreyi yaşayan her insanın mâruz kaldığı bir mod var.
Fakat bu sessiz-soğuk azab çemberlerini insanlığın onuru kabul etmiyor, edemiyor.
Hele hele vakûr yiğitler nasıl kabul etsin.
Hele birde zincirin vesîlesi bir eş, bir ana-baba, evlâd yahut akraba ise, o acı hâtıra hep depreşip-deşilip duracak, herdem tâze tâze derin bir sızıyla canınızı yakacaktır.
O yara hep kanayacaktır.
Sevenlere, sevdiklerince kahrı câiz gördü bu süreç.
Nefsin hoyratllığı aşkı, şefkati, sevgiyi, kardeşliği zir-ü zeber etti, bende-kayda vurdu.
Sevgilinin attığı gül dahi insanı yakıp, ağlatıyorken lüzumsuz yere bileklere ters yada düz vurulan soğuk demir, mâşukun içindeki sevgi ateşini bir anda buza çevirecektir.
Ellerdeki, bileklerdeki acı kalbe sirayet edecek, ölene kadar her iki taraf arasında muhabbeti mütemâdiyen kesip atacak, koparacak bir “giyotin” olacaktır.
Ancak çok aşkın-engin merhamet sahibi, güzel olgun insanlar yahut kâmil mü’minler bu ateşten halkaların kendilerini yakıp kül etmesine fırsat vermeyecek, avf tulumbası ile bu kor ateşi söndüreceklerdir.
Âdil olamayıp vesîle olan utanır mı ? Bilemem.
Ar ile özür de “kemâl” ister.
Bu her iki taraf için de çetin bir “kemâl” imtihânı.
Hem mazlûma hem zâlime cehennemî ısıda, bir kor ateşi.
Her nefsin bu akabeyi aşabileceğini zannetmiyorum.
İftirâ atılan Yûsuf yahut Medrese-i Yûsufiye’de Yûsuf olmak ile “iktidâr kürsüsünde Yûsuf olmak” çok ayrı şeyler.
Hâkim iken hükmetmek, hele itibârınızı demir halkalarla katleden hasmınıza adâletle hele hele avf-u safla muamele etmek çok ama çok zor.
Nefs ve egonun burnuna halkayı, intikâm için kalkmış eline merhamet kelepçesini geçirebilecek miyiz acaba ?
Rabbimiz o hilm-silm-avf günü yardımcımız olsun.