Yedi Uyurlar yâhut Ashâb-ı Kehf “Gaybûbet” denince aklıma önce onlar geliyor.
Devrin zâlim hükümdârından kaçmış, bir mağaranın böğrüne sığınmış yedi genç.
Zulüm düzenini yıkmaya kararlı, aklı ışıkla, kalbi nûrla dolu Yedi Aydın Genç…
Anadolumuz mağaralar ve yeraltı şehirleri ile dolu.
İnananlar mâruz kaldıkları ezâ ve cefâdan kurtulmak, hayâtiyetlerini devâm ettirebilmek ve yeni nesiller yetiştirebilmek için buralara sığınmak zorunda kalmışlar.
Târihin kadîm topraklarında değişen birşey yok.
Ha kuyu, ha ev, ha mağara, ha hapis, ha sürgün hepsi aynı.
Zâlim zulüm, mazlûm ferec peşinde…
Geçmişte gençlerin kaldıkları evlerde Ashâb-ı Kehf gibi yaşadıklarını düşünürdüm.
Işık Evler ; gençliğe, geleceğe, imâna, İslâm’a, insanlığa “ışık” evler.
Şimdilerde arkadaşlarımızın sığınmak zorunda kaldıkları Gaybûbet Evleri ile Yûsuf’un (as) kuyusunun, medresesinin, Ashab-ı Kehf Mağarası’nın ve Işık Evler’in aynı işlevi gördüğünü daha net görüyor, anlıyorum.
Evet, bu meş’um süreçte arkadaşlarımız benzer sebeblerle Gayb Ehli’ne karışıp Gaybûbet Mecrâları’na sığındılar.
Okuyorlar, dinliyorlar ve yetişiyorlar.
Endişe ve ümitleri ile hayâta devâm ediyorlar.
Bir süredir onlar hakkında yazmak istiyordum fakat kalemim onların yaşadıklarını onlar kadar net anlatamaz düşüncesiyle yazamıyordum.
Neticede o arkadaşlarımızdan biri ile görüşüp, hissiyâtını yazmasını istedim ve onun yazdıklarını hafif kalem darbeleri vurarak sizinle paylaşıyorum.
Merhabalar ;
…
Öncelikle şunu söylemeliyim ; Bu hayâtı anlatmak çok zor, duygular ile düşüncelerin devamlı çatıştığı karmaşık bir durum.
Bir harp meydanı…
Bir yanda kendi doğup, büyüdüğün öz vatanında yokmuşsun veya suç işlemiş bir mücrim gibi gizlenmek diğer yanda inancın ve imânının gereği, yaşamak zorunda olduğun hayattan ödün vermemek.
(Kehf Ashabı’nın ikilemi ; Seni farkederlerse ya öldürür yada kendilerine döndürürler.)
Bu dönemde yaşadığımız “çelişik düşüncelerimiz” kanaatimce üç bölümde anlatılabilir.
1.. Vefâyı hak ettiğini düşünmene rağmen mâruz kaldığın vefâsızlık girdabı ;
(İlk zamanlar)
Bulunduğun, öz memleketinde geriye dönüp yaşadığın hayata bakıyorsun, mümkün mertebe yanlış yapmadan çevrene fâideli olmaya çalışmışsın, doğru olduğunu düşündüklerini yaşamış ve anlatmışsın.
Evet, ben dâima etrâfıma zarar vermemeye gayret ettim, âilem çocuklarım, anne-babam, kardeşlerim, eşim-dostum, komşum, yakın akrabâlarım vesâire dedim, yardımcı olmaya çalıştım.
Bu kimseler her zaman hakkınızda iyi, çalışkan, doğru-dürüst, herkese yararlı ve benzeri sözler ile iltifatta bulunurken, birden bire bir zil çalıyor hiç dahliniz olmayan ne olduğunu dahi bilmediğiniz bir olaydan dolayı herşey değişiyor.
Etrafınızdakiler geniş dâireden içe doğru önce uzaklaşmaya sonra düşmanlaşmaya başlıyor.
Hattâ ana-baba, kardeş, eş ve çocuklara kadar kopmalar düşmanlıklar oluşuyor.
Bâzen bunun da ötesinde eşler, çocuklar, kardeşler ve arkadaşlarının şikâyetleriyle ihbâr edilip, çok acı tablolarla karşılaşıyorsun.
Düşünsenize hiçbir fedâkarlığı esirgemediğiniz sevdikleriniz, onlara en ihtiyacınız olduğu anda sizi kurtlar sofrasına atıyor, yem ediyor.
(Ha kardeşlerince kuyuya atılan Yûsuf (as) ha siz.)
Bunlar canınızı çok acıtıyor adeta yakıyor, yıkılıyor, kahroluyorsunuz.
Nankörlük sizi çepe çevre kuşatmış, bağrınıza hançeri en yakınınız saplarken tek birşey sâdece inancınız, imânınız sizi ayakta tutuyor.
“Ben herşeyi Allâh için yaptım, kimseden bir beklentim yok” diyorsunuz.
“Bu yapılanları ilk ben yaşamıyorum, öncedende yaşanmış” deyip teselli oluyorsunuz.
Bu hâli, kısa süren birkaç günlük savaş gibi düşünülebilirsiniz.
2.. Endişe-vazîfe git-gelleri arasında sabır, sebât ve istikâmet ;
Zaman uzadıkça farklı reâlitelerle karşılaşmaya başlıyorsun. Tam sabır, sebât istikâmet bundan sonra başlıyor.
Bir tarafta zâlimin işini kolaylaştırmıyayım diye çabalarken diğer taraftan önceden beri devâm eden bir hayâtın mesuliyet ve mecburiyetlerini yerine getirmeye çalışıyorsun.
Eşin, çocukların, bâzen ana-baba, ihtiyaçlar.
Hele birde derd ettiklerin senin gibi düşünmüyorsa vay haline !
En yakınlarına bile bir şey anlatamıyorsun.
Bu sefer kaldığın yerde yatağın çivi, yastığın taş olup, yediklerin boğazında düğümlenip kalıyor.
Onlar ne yaptı, ne durumdalar ? Açlar mı ? Hastalar mı ? Yine evi bastılar mı ?
Ulaşamıyorsun.
Zarar vermemek için iletişim yok, ulaşım çok zor.
Diğer tarafta senin durumun ; Her kapı çalmada yüreğin hopluyor, çevre, komşular şikâyet eder mi ? Düşüncesi beynini kemiriyor.
Gizemli yaşıyorsun, pencere kapalı, balkon yok, dışarı yok.
İçinde bulunduğun durum önce saatlerce, sonra günler, aylar ve yıllarca devâm ediyor.
Tabi bu durumda vücut kimyâsı bozuluyor, bağışıklık sistemi zayıflıyor, bunun tezâhürü olarak maddi-mânevi hastalıklar baş göstermeye başlıyor.
Daha kolay hastalanıyorsun.
Bütün bunları kendi dar dünyanda yaşasan belki aşarsın ama yalnız değilsin ailen, çocukların, yakınların var.
Senden medet bekleyen problemlerini çözmeni isteyen yol arkadaşların var.
İşte bütün bunlara dermân bulamayınca gerçek imtihânın başlıyor.
Yapılan zulmü unutuyorsun “yeni hâle” göre kendini konumlandırıyorsun.
Adeta bir trafik kazası olmuş, ölen, yaralananlar var ve sen yok iken, yokluk içinde, görünmeden orta yerde duran, kalkması gereken cenâzeyi kaldırmalısın, onu düşünüyorsun.
Hayâtını ve çevrendeki hayatları bu son duruma göre şekillendirmeye gayret ediyorsun.
Artık yeni düzen içinde, yeni normalde, yeni fırsatlar kolluyorsun, önceden yaptığın veyâ kâbiliyetin olan işleri gizli-saklı yapma arayışına giriyorsun.
Bâzı eşler birlikte kalıyor, ikisi de sıkıntılı, evden çıkmadan olmuyor.
Dışarı çıkmak büyük risk, zor ama ihtiyaçlar alınması gerekiyor, her yer “SS” dolu, resmi, sivil SS’ler.
Câmii bile böyle olunca yolları uzatıyor, vâsıta kullanamıyor, yaya gidip-geliyor, hayâtı her yönüyle zorlaştırmaya mecbur kalıyorsun.
3.. Problemler, çocuklar büyüyor ve tesellim ;
Zaman uzamaya devam ediyor, yeni yeni problemler baş gösteriyor.
Çocuklar küçükken, büyüyor. Okula gitmeleri gerekiyor.
Kim kaydedecek ? Kim tâkip edecek ? Kim sizin yerinize bu riske girecek ?
Hasta olunca veyâ hastalanınca kim doktora götürecek ?
Doğum nasıl olacak ? Gibi yeni problemler başlıyor.
Künde üstüne künde, derd üzerine derd.
Sorunlar peş peşe geldikçe hayat daha da zorlaşıyor, çâresizlik insanı eziyor.
Evet, çocuklar büyüyor, artık lise, ünversite okuyor, bitiriyorlar.
Tam olgunlaşamadan, tahlil, teşhis kabiliyetleri tam gelişmeden büyüyüyorlar ve sorgulama başlıyor.
Ne ?
Neden ?
Niçin ? Soruları ardı ardına geliyor…
Cevap alamazsa fikrî, kalbî, rûhî kaymalar başlıyor.
Allâh neden mâni olmuyor ? Neden bizi güçlü yapıp korumuyor ?
Peşpeşe deli sorular…
Derken “Demek bizimle berâber değil” çıkarımları kaddinizi büküyor, anlatamıyorsunuz.
Anlatsanız anlamak istemiyor.
Ayrıca ” Babam, annem, amcam, dayım, dedem vesâire bu millet için çalışıp, çabaladı diyorsunuz, neden hiç kimse kıymet bilmiyor ? ” Diyip etrâfını düşmân görmeye başlıyor.
Bâzılarında hâşâ Allâh’a karşı kırgın bir rûh hâleti, herkesi, herşeyi düşmân belleyen bir anlayış baş gösteriyor.
Bunun komplikasyonları olarak bâzı hanımlar, kızlar başlarını açıp, namâzlarını terkediyor.
Din-diyânet konuşmalarından irite olma gibi kaymalar başlıyor.
Bütün bu travmalar arkadaşları tarafından örseleniyor.
Mâlum en büyük musibet dine gelen musibet, korkuyoruz.
Oturup, ağlıyorsunuz…
Sen yıllarca koştur ama son durumda âile perişân, âlem düşmân.
Tesellim ;
İşte tam burada şâyet mâzide maddi-mânevi dinamikleri alabildiyseniz, içselleştirdiyseniz mâneviyâta sığınıyorsunuz.
( Ve bütün gücünüzle Rabbinize dönüyorsunuz )
Bir yanlışım olmadı, vatana, millete, insanlığa zarar vermedim, fâideli olmaya çalıştım.
Harama, helâle dikkat ettim, hırsızlık, arsızlık yapmadım, emânete ihânet etmedim.
Üzerime düşen veyâ verilen vazifeleri yapmaya çalıştım.
Rabbim imân lutfetti, namazım, orucum, ibâdetim, istikâmetimle, Kur’an ve Sünnet üzere yaşamaya gayret ettim.
Başıma gelen hadiselerde yalnız değilim, kadîmden beri yaşanmış, başta Peygamberler (as) olmak üzere bir çok insanın başına gelmiş, demek ki bu işlerin, bu imtihânın başıma gelmesi benim ve kardeşlerimin haklı yada haksız olmamızdan değil.
Hayât ; durmuyor, devâm ediyor…
Yeni bir güne, yeni geceye tekrâr yeni bir gündüze baslamak üzere yürüyorsun.
Bir dakîka sonra ne ve nerede olacağını kesitiremeden yaşamak.
Evet, varlıkla yokluk arasında gidip geliyoruz…
İnsanı aşan bir savaş yaşıyoruz…
Sonuç olarak bu hâle dair söylenecek son sözüm ;
GAYBÛBET ; HEM VAR, HEM YOK OLARAK YAŞAMA SANATI.
Duâlarınızı taleb ile… Rabbim yardımcımız olsun…
Bâki selamlar…
mansurturgut@yepyeni.zamanaustralia.com