ENES CANSEVER-SYDNEY
Türkiye’de tam anlamıyla bir soykırım yaşanıyor. Masum insanlar tek tek yok ediliyor.
Yetişmiş beyinler, kahırlarından ötürü türlü hastalıklara kaptırıyorlar yakalarını.
Hızla yayılan acı haberlerle dünyanın dört bir bucağındaki yaralı yürekler hüzne boğuluyor.
Zindanlarda ölüme sürüklendiler, yetmedi hasta halleriyle bir o yana bir bu yana götürülüp getirildiler. Ne Ramazan, ne bayram, ne Muharrem…
Şeytanların bile bağlı olduğu mevsimlerde, günün Yezitleri, Hüseyinlere kıymaya devam ediyor.
Ne acıdır ki Anadolu’nun her bir sokağı, caddesi, kasabası ve şehri Kerbela’ya dönmüş durumda.
Ateş sadece düştüğü yeri değil her yeri yakıyor. Yürekler yangın yerine dönüyor her bir haberle.
Belki de istenen bu, yangının büyüklüğü sevindiriyor nobranları, karanlık düşüncelileri.
Ayrılmak, ayrı düşmek, şu fani hayatta kader elbet, lakin böylesi ayrılıklar tahammül ötesi.
Şimdilerde, bir yas havası henüz dağılmamışken, gelen haberlerle yeni yaslara bürünüyoruz.
Adına soykırım veya kimlikkırım denen bu süreçte yaşananlar oldukça elem verici.
Kaç dostumuzu ve yol arkadaşımızı uğurladık ebediyete.
İşte bunlardan biri de meslektaşımız Gazeteci Mevlüt Öztaş’tı.
1971 yılının Mayıs ayında Afyon’un Çay ilçesi’nde dünyaya gözlerini açtı.
Üniversitede muhasebe eğitimi almış olmasına rağmen, gazetecilik mesleğine dair sevdaları hayatının seyrini değiştirdi.
Başkasının derdini dile getirme, başkalarının derdiyle dertlenme duyurma aşkıydı bu.
İçinde boy verdiği camianın kendisine aşıladığı bir aşktı bu. Afyon, Antalya, Denizli, Nazilli ve son olarak Uşak’ta Cihan Haber Ajansı’nın temsilcisi olarak haber izi sürdü, insan hikayelerine kulak kesildi.
Kıymetli Eşi Gülten Hanım; “Rahmetli Mevlüt, güzel olayları haberleştirerek, gazetede çıkan her bir haberi için çocuklar gibi seviniyordu.” diyor.
Gazeteci Mevlüt Öztaş henüz 49 yaşındaydı. 24 yıl muhabirlik yapıyordu.
Şubat 2018’de tutuklandı. Hapishanedeyken kasık fıtığı hastalığına yakalandı.
Kötü tedavi ve cezaevi şartları birleşince, bir de böbrek yetmezliği ve astım hastalığı ortaya çıktı.
Bu süreçte ayrıca hipertansiyon sorunu başgösterdi.
Cezaevi şartlarında diyet ile beslenmek zorunda kaldı. Böbrek ve karaciğer yetmezliği rahatsızlıkları da nüksederek ilerleme kaydetti.
KANSER OLMASI NEDENİYLE ‘CEZAEVİNDE KALAMAZ’ RAPORUNA RAĞMEN TAHLİYE EDİLMEDİ
Defalarca tahliyesini talep etti ancak mahkemeler onu içeride tutmaya devam etti.
Son olarak cezaevinde pankreas kanserine yakalandığı haberi geldi.
Kızı Büşra ve kardeşinin tüm çırpınışlarını görmezden geldiler, tüm feryatlarına kulak tıkadılar.
Kanser olmasına, “hapishanede kalamaz” raporuna rağmen rehin tuttular.
Adil olmayan mahkeme 3’e 2 oyla cezaevinde kalabilir dedi.
Vatanın has evlatlarını genç yaşlarda kara toprağın bağrına düşürmeye ant içmişti sanki bir grup nesepsiz.
Mevlüt Öztaş, sevenlerinin uzun uğraşları sonucu 23 Haziran’da tarihinde tahliye edildi.
Fakat maalesef artık çok geçti. Cezaevinden çıktıktan sonra, sadece 59 gün geçirebildi dışarıda.
Tecrit üstüne tecrit yaşatmışlardı Öztaş’a.
Son rampada pandemiden dolayı ailesine doyasıya sarılamadan aramazından ayrıldı.
Geride kolu kanadı kırık bir eş ve dört yetim bıraktı.Hasta yatağında ruhunu teslim ettiği son ana kadar, doyamadığı yavrusu Ali’nin adını sayıkladı.
Kendisine Ali’nin elbiseleri getirildiğinde sayıklamalarının azaldığını söylüyordu kızı Büşra.
Mevlut Öztaş, oğlu Ali’yi çok severdi.
ALİ YEKTA BABASINA, BABASI ALİ YEKTA’YA HASRET GİTTİ:
6 yaşındaki Ali Yekta babasına, babası evladına hasret gitti. Ali henüz 3 yaşındayken ayrılmıştı baba kucağından. Fakat Ali yaslanmak istiyordu babasına.
Zira, babalar evlatlarının yaslandığı bir dağ gibidir. Yaslanınca bin bir dertten emin olunan bir dağ.
Baba Mevlüt’e diş bileyenler, salya akıtanlar küçük Ali Yekta’nın baba hasretini kavramaktan fersah fersah uzaktılar elbette.
Öztaş’ın, oğlu Ali Yekta’ya gösterdiği ihtimamı, demir parmaklıklar arkasında yazdığı mektuplarından da anlamak mümkündü.
Öztaş, kızı Rabia’ya yazdığı dokunaklı bir mektupta şöyle diyordu: “Ali Yekta, geçen görüşümüzde ‘askerliğin ne zaman bitecek, ne zaman eve geleceksin baba’ demişti.Ben de çok kalmadı oğlum dedim. Çok sevindi garibim. Okula başlamış, onun yanında olamadığım için içim burkuluyor. Ali Yekta’yla ilgi alakanızı kesmeyin. Kendini ifade etmeyi, hakkını armayı öğretin. Sizler gibi saygılı ve terbiyeli büyüsün.”
Üç yıldır maruz kaldıkları zulüm parçalayıp ayırmıştı aile fertlerini. Sonra da ebedi yolculuk ayırdı.
Sosyal medyaya düşen fotoğrafta, baba ve oğul buluştuklarında birbirlerini hasret dolu bakışlarla süzüyor, bizler de gözyaşlarıyla seyrediyorduk bu anı.
Hastalığı yüzünden tahliye edildikten sonra cezaevini ziyaret edip, gardiyanlara, tedavi gördüğü hastanedeki doktorlara lokum ve tatlı ikram edecek kadar yufka yürekli ve mertti.
Bu süre zarfında dostları ve mesai arkadaşlarıyla ara ara görüşüyordu.
Onlarla olan sohbetlerinde oldukça masum ve pozitif bir üslubu vardı.Yaşadığı acılara sebep olanlar hakkında bile kötü bir şey söylemiyordu.
Kaderine teslim oluşu, tevekkülü ve metanetiyle etkiliyordu arkadaşlarını.
Tüm acılara ve gördüğü zulümlere rağmen mütebessimdi. Ruhen ve bedenen acılar çekmesine rağmen, fotoğraf karelerine hep gülücükler sığdırdı evlatlarıyla.
Mevlüt Öztaş bu duruşunu, evlatlarına gönderdiği mesajlarda sık sık dile getiriyordu. Kızı Büşra’ya söyledikleri bu duruşun resmi gibiydi.
Şöyle diyordu Öztaş: “Kızım, özgür olmadığımı düşünüp üzülüyorsun. Üzülme! Ben kedimi özgür hissediyorum. Üstad Bediüzzaman, ‘Hakiki imanı elde eden, zindanda olsa da saraydadır.’ diyor. Ben, hakiki imanı elde etmenin ve Allah’ın benden razı olmasının derdindeyim. Size helal rızık yedirmek ve eş dostun benden razı olması için bir hayat sürdürdüm. Kimseye zararım olmadığını düşünüyorum. Terörist olmadığımı ilk önce başta Allah biliyor, o bana yeter. Vekil olarak Allah’ı seçtim. İntikamımı Ya Müntakim Ya Allah diyerek ona havale ettim. O alsın intikamımı. Islahı mümkün olanları ıslah etsin, olmayanlarınsa dünya ve ahiretlerini başlarına yıksın.Kahr’u-perişan etsin. Olsun be kızım, yine Üstadımız, ‘Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değil’ diyor. Onun için, almayın masumların ahını. Hep iyi insanlar olun. İyi insanlarla olun, rehberiniz Sünneti Seniyye olsun. Bir sabah kalkınca bana terörist deneceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Kim teröristse, kim vatana ve millete ihanet ediyorsa, Allah belasını versin.”
Tüm bu acılara ve zulümlere rağmen, iyilik meleği gibi hep güzellikler peşindeydi.
Cezaevinden çıktıktan sonra, son anlarında bile kimseye nefret duymayan, hatta tedavi gördüğü hastanedeki doktorlara ve tutukevindeki gardiyanlara bile hediyeler götüren bu masum insanın sonunu getirdiler.
Mevlüt Öztaş’ı “terörist” diye hapsettiler.
Suç isnat edemediler.Ailesine ve evlatlarına düşkündü.
Bedeni, yapılan zulümleri daha fazla kaldıramadı. Ailesinden habersiz ameliyat edildi.
Ring aracıyla Afyon’dan Ankara’ya götürüldü.
BİTAP DÜŞMÜŞ VÜCUDU RAĞMEN, KELEPÇELİ TEDAVİ EDİLDİ
Sedyede, tüm vücudunu bitap bırakmış kansere rağmen, kelepçeli zulme devam etti faşist anlayış.
Hem ona hem de ailesine cehennem ettiler dünyayı.
Yezidleşmiş düşünce, Öztaş’ın çektiği acı karşısında kin ve nefrete doymadı.
Amansız hastalığının ve dışarda yokluğa mahkûm edilen, yalnızlığa itilen dört evladının acısıyla kıvranan ve kelepçeli ellerle yatağa mahkûm edilen Öztaş, şöyle mırıldanıyordu:
“Mazlumun ahı yankılanıp dururken,
Kirli şahsiyetler gibi düşünmezken
Dağlar kadar dertler bizi bulmuşken,
Bir sessiz çığlık, bir gözyaşı oluveriyor bazen.”
Gazeteci Mevlüt Öztaş içeride çektiği acı ve üzüntüden kanser olurken, evlatları Büşra, Elif ve Rabia ise okullarında ve mahallelerinde maruz kaldıkları mobbingden dolayı her gün bir tsunamiyle içten içe sarsılıyordu.
Öztaş’ın kızı Rabia bu durumu şöyle anlatıyor:
“Babamızın hiçbir suçu olmadığı halde, cezaevinde olması yeterince zorken, aynı zamanda arkadaşlarımızın, öğretmenlerimizin tepkilerini almamak için bu durumu saklamak zorunda kalmak da işkenceydi.
Bize haber verilmeden babamın ameliyat olduğunu öğrendik.
Psikolojik olarak zorlansa da, asıl sağlık problemleriyle uğraşıyordu babam.
Mahkemede dile getirdi.Tahliye talebinde bulunmasına rağmen her defasında reddedildi.
Suçsuz olarak içeride tutulan babamın günden güne kötüye giden sağlığı bizi endişelendirmeye başladı.
Elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Virüs döneminde alınan tedbirlerden dolayı görüşme şansımızı da kaybetmiştik.
Elimizde olan tek imkân telefon görüşmesiydi.
Haftada bir kere olan telefon görüşünde heyecanla telefon başında sıranın bize gelmesini beklerken, heyecandan babamıza söyleyeceğimiz şeyleri unutmamaya çalışırdık.
Bir hafta baba özlemi çektiğimiz günlerde, o konuşmayla yetinmeye çalışırdık.
Kanser olduğunu öğrenmiş, tek başına ve hastane koğuşunda elleri kelepçeli tedavi görmeye başlamıştı. Tahliyesinin her geçen gün gecikmesi, güzel günlerimizin birer birer eksilmesine sebep oluyordu.
Durumu ağırlaşınca, başlarına kalmasın diye tahliye ettikleri bir insanın, yavaş yavaş sonunu hazırladılar.
Babamın yaşamak için verdiği bu mücadeleyi ve bunları yaşamamıza sebep olan insanları asla unutmayacağım ve unutturmayacağım.”
Cezaevinden çocuklarına yaptığı hediyelikler, yazdığı mektupları, mahkeme dosyaları ve çekilen fotolar, evin bir köşesinde hüzünle duran birer hatırala kaldı.
HASTALIK VE ÇİLEYE RAĞMEN, ÇOCUKLARINA MEKTUPLARIYLA MORAL VERİYORDU
Amansız hastalığın verdiği acı ve demir parmaklıkların ardında çektiği çileye rağmen, baba nasihatini elden bırakmayan Öztaş, evlatlarını şu satırlarla teselli ediyordu:
”Kızım, suçsuz olduğum er ya da geç ortaya çıkacaktır. Hakikatin böyle bir huyu var. Beş sayfalık yazınızı okudum. Çök üzüldüm. Sen vatana millete faydalı birey olmanın yollarına bak.
Ülkeye katma değer katmanın yollarına bak. Helal dairenin dışına çıkmadan yaşamaya devam eti.
Nasip olursa çıkarsam, hukuk içerisinde hakkımızı ararız inşallah. Hiç canını sıkma, üzülme, bu sıkıntıları verenleri Allah ıslah etsin, ıslahları mümkün değilse, Kahhar isminin hürmetine kahretsin.”
Hâlbuki, manevi dinamikler insan-devlet arasındaki metaforu farklı terennüm ediyordu. Şeyh Edebali Osmangazi’ye “Ey oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”demişti. Ama heyhat ki o devlet, insanları yaşatan değil, cellat gibi canlara kıyan bir makanizmaya dönüştü. Sosyoloji ilminin açıklayamadığı bir nefretin sarmalında debeleniyor ülke.
Gazeteci Mehmet Ali Birand’ın eşi Cemre Birand’ın da sosyal medya hesabından ifade ettiği gibi; hastalara, hapishanelerdeki yükselen çığlıklara ve dışarıda aile fertlerinin iniltilerine kulak tıkayan sağır bir devlet(çi)anlayışı mevcut.
Cemre Birand, Mevlut Öztaş’ın kızı Büşra’nın feryadına şu ifadelerle destek vermişti: “Hastalarını hapiste tutup uğursuzları salan bir devlet nasıl bir devlettir? Af kapsamına alınamazlar mıydı? Hapishanelerden çıkan iniltileri duymazsak nasıl bir insanızdır, nasıl bir devletizdir? Pankreas kanseri ölümcüldür, erken tedavi olursa, birkaç yıl daha yaşama şansı vardır. Eşim yaşadı biliyorum. Mevlüt Öztaş’ı bırakın, kimse kızmaz, korkmayın.”
Dokuz Eylül Üniversitesi öğrencisi Büşra Öztaş, mücadelesini; sınıf arkadaşları gibi ders çalışarak ya da kariyer planlayarak değil, sosyal medyada babasının hayatını kurtarmak ve sesini duyurmak için sürdürdü.
Ama ne yazık ki zamanında bu çığlığı duyan olmadı. Sağırlar ve dilsizlerin hüküm sürdüğü ülkede, bu sesi duyması gerekenler, kör ve sağırları oynamaktaydı.
“Sırtlanları geçmişti yırtıcılıkta beşer;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.” diyor Merhum Akif…
ÜSTAD BEDİÜZZAMAN DA BİR KIŞIN AYAZINDA, ZİNDANDA AYNI ZULME MARUZ KALMIŞTI
Aslında mazlumlar tüm bu yaşananlara yabancı değildi.
Daha doğrusu değişen bir şey yoktu, aradan 72 yıl geçse de. Çile çekenler değişmezken zorbalar ise hep aynı şeytanî tuzakları kurarak zulmediyorlar.
Yıl 1948, aylardan Ocak; Üstâd Bediüzzaman Said Nursi Emirdağ‘dan Afyon’a getirilerek orada hapsedilir.
Yetmiş yaşını aşmış bu pîr-i fâni, büyük bir koğuşa tek başına hapsedilir.
Mevsim kıştır. Soba olmayan koğuşun camları kırılmış ve yapayalnızdır.
Donmamak için iki elini dizlerinin arkasında birleştirip, saatlerce “Yâ Sabûr, Yâ Sabûr” diyerek sürekli hareket eder.
Bu da yetmez zehirlerler.
Günlerce perişân halde ölmemek için direnir.
İşte Üstâd Hazretleri Afyon hapsinde bu şartlarda yirmi ay geçirir.
Memleket hapisanelerinde ve sürgünlerde yirmi sekiz yıl geçiren bu zâtın tek suçu (!) ise “Milletin imânını selâmette görmek...” için çabalamaktır.
1948’in Afyon’u ile 2020 ‘nin Afyon’u; o dönemin muktedirleri ile bu günün ceberutları arasında fark yok.
O gün tek parti CHP, bugün tek iktidar çok ortaklı AKP.
Dün ‘iman, millet’ demenin bedeliydi yaşananlar.
O gün, yaşananları reva görenler, bu değerleri ve onların taşıyıcılarını da tehlikeli addediyorlardı.
Bugünse, sureta dindar, lakin dinin posasını çıkaran dinbazlar reva görüyorlar bu zulmü.
Esasında, zalim aynı zalim, mazlûm aynı mazlûm, Afyon yine aynı Afyon…
Yargı cephesi aynı zihni kodlara sahip, adalet sır olmuş.
Fark, o gün bazen adil birine denk gelme ihtimaliniz olurdu.
Karanlığa mum yakardı birileri. Bu gün o da yok, mumla aranmakta adalet…
KIZI BÜŞRA, AYLARCA BABASININ TAHLİYESİ İÇİN UĞRAŞTI AMA HERKES LAL KESİLDİ
Evet, ne yazık ki, muktedirler ve taraftarları el ele vererek, diri diri öldürdüler Gazeteci Mevlüt Öztaş’ı. Kızı Büşra, diğer acılı aileler gibi, aylarca babasının tahliyesi için çırpınıp durdu.
‘El birliği ile babamı öldüreceksiniz” diye feryat etti ama sesini duyan olmadı. İnsanlık ve vicdan yoksunu katiller kulaklarını tıkadılar bu hazin sese.
Afyon’un Çay ilçesinden ahiret yurduna ve firdevse uzanan yolculuğu devâm eden Mevlüt kardeşimiz, kim bilir vardığı menzilde Afyon Hapishanesi’nin aziz misafiri, çilede ortağı koca Üstad’la buluşmuştur.
Zira inanıyoruz ki kişi sevdiğiyle beraberdir.
Nurslu çilekeşin, “Çay koy keçeli, çay koy yeniden başlıyoruz” diyen tok sesine yeniden kulak kesiliyordur.
Ve son söz:
Rabbim, dindir bu acı ve ıstıraplarını, Ali Yektaları babasız bırakanlardan hesabı tezce sor, iki cihanda rezil rüsva eyle.
Mekânın cennet olsun, Efendimiz’e komşu olasın Mevlüt kardeşim!
Ali, ablaları Büşra, Elif, Rabia ve kıymetli eşin, sevenlerine emanet, gözün arkada kalmasın.
e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com,au