“İki türlü medya var Türkiye’de şimdi. Biri reisin önünde secdede, Allah önünde demiyorum, öbürü de rükûda. Ben rükûdaki medyada çalışıyorum,” Bu cümle 2014 yılında Cengiz Çandar’ın Aksiyon’a verdiği mülakattan alıntı. Sadece durum tespiti değil geleceğe dair ipuçları verilen konuşmada, patronu Aydın Doğan’ın da her an secdeye kapanabileceğini, çünkü Erdoğan’ın rükûyu yeterli bulmadığını kaydetmişti. 1998’de Genelkurmay’ın andıçladığı gazetecilerden olan Çandar, “O dönem en azından kaçış yapabileceğimiz medya vardı” tespitiyle gelinen noktanın vahametini ortaya koyuyordu.
Evet promosyon savaşları ve karton fabrikası teşvik pazarlıkları arasında kirli bir medyaydı ancak hala gazeteci kalabilen birkaç kişi oralarda nefes alabiliyordu. Oysa yeni Türkiye’de Çandar çalıştığı medya grubunun kanallarına bile çıkamıyordu.
Fehmi Koru geçen hafta benzer bir serzenişte bulundu: “Emir yüksek yerden geldi, yazdığım gazetede köşem kapatılırken sabit katılımcısı olduğum programdan da çıkarıldım. O gün bugündür haber kanallarının hiçbirinden davet almıyorum.” Koru’nun sözleri bana Erdoğan’ın öfkesine rağmen sayfalarını ona yeniden açan Zaman’dan kaçışını hatırlattı. Fırtınayı önden haber alan ve konumlananlardandı kendisi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adam rejimine gidişte gizli ajandasının en önemli maddelerinden biriymiş ‘tek medya’. Bugün yaşananların çok işareti belirmişti. Ne yazık ki çok bilinen sarı öküz hikayesindekine benzer sürecin yaşanması önlenemedi. Dinç Bilgin ve Mehmet Emin Karamehmet medya gruplarının yandaşlara devri ilk ciddi alarmdı. Duymazdan geldik. Zaman Gazetesi ve Samanyolu Televizyonunu basıp Ekrem Dumanlı ve Hidayet Karaca’yı götürdüler. 1 Kasım seçimlerine 3 gün kala muhalefet partilerinin sesini duyurabildiği ender platformlardan olan İpek Medya Grubu’na, ardından Zaman Grubuna kayyım atayıp el koydular. İMC TV gibi farklı sesler benzer süreçleri yaşadı. 15 Temmuz’dan sonra yüzlerce gazete, televizyon, radyo ve site kapatıldı.
İletişim Başkanı çakma Goebbels Fahrettin Altun’un grup başkanı olduğu ‘tek medya’ düzeni artık uluslararası raporlarda bile kayıt altına alınıyor. Yüzde 95 gibi bir oran veriliyor. Kalan yüzde 5’in ise tehlikesiz sularda kulaç attığı sır değil. Goebbels ya da patronu Hitler benzetmeleri rastgele yapılmıyor. Erdoğan ve onun algı üretme makinesinin aparatları, 1930’lar Almanya’sını bilinçli biçimde modelliyor. Propagandayı “içgüdü ile hareket eden büyük kitlelerin hayal hanesinde kalbine giden yolu bulma sanatı” olarak tanımlayan Hitler’e göre “propaganda hitap ettiği zümrede en dar kafaların dahi anlayabileceği bir seviyede bulunmalıdır.”
Erdoğan çok basit ve kısa cümleleri binlerce kere tekrar ediyor ve karşısındakiler ilk defa duymuşçasına heyecanlanıyor. İllüzyonu bozacak en küçük farklı sese imkan tanımıyor. Yurt dışı seyahatindeyken Habertürk’teki bir alt yazıya müdahale etmesi bu yüzden. Aydın Doğan gibi rükûdaki patronlara bile katlanamıyor ve ele geçirdiği yayınları en güvendiği adamlarına emanet ediyor.
Burada bir paragraf açıp o emanetçilerden Hasan Yeşildağ’ı anlatmak istiyorum. İki gazete ve iki televizyonun sahibi görünen Yeşildağ, Erdoğan’ın koruması olarak cezaevine giren isim. Kendi anlatımı ile koğuşta şu değişiklikleri yapar: “Duvarları kağıt kaplatır, zemine, boydan boya halı döşetir. Elektrik ve sıhhi tesisatı yeniler. Sıcak su temini için şofben taktırır. Koğuşun bahçeye ve koridora açılan kapılarını boyatıp yalnızca içeriden açılabilen ilave sürgüler yaptırır. Derin donduruculu büyük boy bir buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi, toplantı ve çalışma masaları, deri koltuklar, oturma grupları ve büyük ekran bir televizyonla, kalacakları koğuşu ve cezaevi kütüphanesini, sıkıcılıktan uzak bir yaşam ve çalışma alanına dönüştürür.”
İşte Erdoğan’ın ballandıra ballandıra anlattığı 4 aylık bu mağduriyette(!) ona eşlik eden Yeşildağ, medya patronluğu ile ödüllendirilmiştir.
Hitler’in kitlesel hipnoz aracı radyolardı ve bütün evlere girmesini sağlamıştı. Sonraki aşama yayınları tek sesli hale getirmek oldu (1). Bütün radyo yayınları Goebbels’in başında bulunduğu Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanlığı’na bağlandı. Kesin çözüm için yabancı yayınların dinlenilmesi ve haberlerinin yayılması yasaklandı. Hatta ağır durumlarda ölüm cezası bile Olağan Radyo Tedbirleri Yasası’na konuldu. Türkiye’nin şansı, Fahrettin Altun’un Goebbels kadar zeki olmaması ve sosyal medya gerçeği. SM için henüz ölüm cezası gelmedi ama binlerce soruşturma ve tutuklama yaşandı.
Erdoğan’ın diğer handikapı ise her alanda olduğu gibi medyada da kifayetsizliğe mahkum olması. Aslında bu seviyeyi kendisi tercih ediyor. Metin Özkan-Mehmet Metiner profilinin üstünü yüzde yüz kontrolünde tutamayacağını düşünüyor. Onun için Akif Beki ve Mustafa Karaalioğlu benzeri isimler dışlandı. Bunun iki faturası var Erdoğan’a. Birincisi, karşısına geçip “Medya medya, söyle bana var mı benden güçlüsü?” dediği ekran bir sirk aynasına dönüştü. Yansıyan görüntü yer yer bir kahramandan ziyade palyaçoya benziyor. İkincisi ise yaşadığı otohipnoz. Ekonomik kriz karşısında kitlenin gözü açılmaya başladı. Ancak düzenin devamından nasiplenenler ön sırada hipnozun devam ettiği rolü yapıyor.
Bu yüzden Erdoğan toplumsal ve siyasal gerçeklikten iyice koptu. Herkes israf ve lüksten şikayet ederken o çıkıp dalga geçer gibi ‘kamu harcamalarında israfa tahammülümüz yok’ diyor. İnsanlar geçse de geçmese de ödediği köprü parasından yakınırken o Kanal İstanbul güzellemeleriyle vakit harcıyor.
ABD Başkanı JF Kennedy, Domuzlar Körfezi bozgunundan sonra özeleştiri yaparken sorumluluktan büyükçe bir payı The New York Times ve Washington Post gazetelerine ayırmıştı. “Korktular, bizi dinlediler. Sorumluluktan kaçtılar, sustular. Onlar görevini yerine getirip haberi yayınlasaydı, belki de biz durumu tekrar gözden geçirir, bu hatayı yapmazdık,” demişti tarihi konuşmasında.
Maalesef ne bu özeleştiriyi yapacak bir lider var ne de ders çıkarıp basın özgürlüğünü koruyacak gazeteciler. Erdoğan her gün aynanın ‘en güçlü sensin’ tezahüratını dinleyerek kendinden geçiyor.
(1) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/177808