Bizim bakış açımızdan özgürlük, ruhun bedenin istek ve tutkularının etkisinden kurtulup manevi kemal, ahlaki olgunluk ve entelektüel yetkinlik kazanması çabası iken, postmodern özgürlük, bedenin istek ve tutkularının hiçbir engelle karşılaşmadan karşılanmasıdır
Sistem bu çerçevede tanımladığı özgürlüğü beşeri faaliyetlerin merkezine yerleştiriyor. Eğer postmodernizmle birlikte özgürlük bedenin yapabilme güç ve imkânlarının sağlanması –kelamcıların deyimiyle salt istita’e ise- bunun bedelsiz olmayıp aksine hayli maliyetli olduğunu söylemek gerekir. Özgürlük belki de bu yüzden ve bu zamana mahsus olmak üzere büyük ve yaygın çatışmalara sebep olmaktadır. Bunu açalım:
Daha geçen yüzyılda Dostoyevski, “Fransa’da kişinin özgür olabilmesi için 1 milyon franka sahip olması lazım.” diyordu. Postmodern zamanın özgürlüğü bedenin her arzu ettiği şeyin karşılanması ve arzuların önünde herhangi türden bir engelin bulunmaması ise tabii olarak bunun anlamı nesnelerin tüketimini, kullanımını ve sahiplenilmesini gerektirir: Seçkin yemekler, pahalı arabalar, hayli yüksek maliyet gerektiren tatiller, sıradan olmayan yalılar, katlar, yatlar, marka giyim kuşam, özel mekânlarda eğlence partileri vs. Bunun geleneksel irfandaki karşılığı nefs-i emmarenin her isteğinin karşılanmasıdır. Doğu dinlerinde kurtuluş, bedenin bütün isteklerden kurtulması, yani nefsin öldürülmesiyle mümkündür. Budha, bu çabayı çile ve ıstırapla ilişkilendirmişti. İslam irfanında nefis öldürülmemeli ama dizginlenmeli, meşru ihtiyaç ve istekleri yine meşru çerçevede karşılanmalıdır. Nefsin öldürülmesi dünya sınavının ortadan kaldırılması anlamına gelir ki, bizden istenen bu değildir.
İlk defa kapitalist ekonominin empoze ettiği düşünce ile nefsin bütün istek ve tutkularının merkeze alınmasına karar verildi, böylelikle bir yandan insan “ekonomik yaratık” olarak tanımlanırken diğer yandan sınırsız sermaye biriktirme ve mümkün ölçülerde en yüksek seviyede iktisadi büyüme beşeri faaliyetin ana hedefi haline getirildi.
İnsan neden sınırsız sermaye biriktirir, neden doyumsuz olarak tüketmek ister? Güç ve iktidar ile servet birikimi (kenz) arasında ilişki olduğu muhakkak. Güç ve iktidar servetle ilişkilendirildiğinde “mülk” insanın eline geçer ve o andan itibaren insana dışarıdan yönelen her türlü baskıya, sınıra ve yasağa karşı özgürleştiğini düşünür. Bu yüzden her ne kadar liberalizm, devletin sınırlandırılıp bireyin serbestliğini temin eden bir sistem olarak kendini takdim ediyorsa da, seçtiği anahtar terim olan özgürlük döner dolaşır bedenin sınırsız ve doyumsuz istek ve tutkularının tatminine döner.
Fakat ölümcül piyasa şartlarının oluştuğu her ekonomide gelir bölüşümü adaletsizdir, sistem katmanlar arasında derin uçurumlara yol açar. O zaman 1 milyon liraya sahip olanlarla bin liraya sahip olanların özgürlüğe erişimi aynı olmaz. Pasta büyüyor, ama adaletsiz bölüştürülüyor.
Kalkınma, büyüme, gelişme veya modernleşme doğası gereği adaletsizdir, adaletsizliğin olduğu her ilişki biçimi zaruri olarak çatışma potansiyeli taşır. Modern devletin birinci önceliği iktisadi büyüme olduğundan aygıtı kontrol edenler daima diğer kitlelere göre daha avantajlı yani daha özgürdürler. Çünkü çok daha pahalı yaşayabilmekte, istediklerini tüketebilmektedirler.
Liberalizm, komünizm ve faşizmden farklı olarak rafine yöntemlerle merkezi kontrol eder, toplumu determine eder, arkasından her insana “birey” olduğunu telkin edip onu özgür olmaya ve özgürlük uğruna mücadele etmeye, haklarını genişletmeye davet eder. Bu çerçevede daha çok özgürlük, daha çok para ve daha çok tüketim, dilediğini yapabilme imkânı ve gücüdür. Ne var ki paylaşım adaletsiz, kaynaklar sınırlıdır. Liberal demokrasi duruma göre zümreler arasında dönüşümlü olarak sermaye ve statü aktarımı yapar. Her aktarımda yeni zengin zümreler ortaya çıkar, eski zümreler yoksunlaşır. Bu da derin öfke biriktirir. İyi niyetli çevrecilerin ve çarşı esnafının dışında, meydanlarda yeniden boy gösteren “eski beyaz zümreler”in öfke patlaması bununla ilgilidir.