Mustafa Bey, öğrencilere ev vermiyorlar diye evini boşaltmış, onlara vermiş, kendisi kiraya çıkmıştı.
Ev sahibiyle altlı üstlü oturuyorlardı. Ona gençliğe sahip çıkmayı ve eğitime önem vermeyi anlatıyordu… Ev sahibi, imanlı bir insandı. Anlatılanları tasdik ediyor, bir türlü işin içine giremiyordu… Bir gün onu mağazasında ziyaret etti ve bir dostlar toplantısına davet etti… O, bu daveti nazikçe reddetti. Ama Mustafa Bey’in yüzü renkten renge girmişti. Çünkü onun artık belli kıvama geldiğini sanıyordu. Bu rahatsızlığı Mustafa Bey’in yüzünden okuyunca, “Bak yanlış anlama… Muhtar gelip bana senin neler yaptığını soruyor… Ordu şimdi de idareye el koydu. Ben 27 Mayıs’ı gördüm. Bir mağaza komşumuz vardı, Demokrat Parti’ye para yardımı yaptı diye adamı perişan ettiler. Ortam çok kötü…”
Mustafa Bey, dinledi dinledi ve başını kaldırıp, “İkisi bir değil… Ben sizi siyasete çağırmıyorum. Hizmete çağırıyorum. Bunda insanlığa hizmetten başka bir şey yok. Öbür tarafta sicilimize bakacaklar. Cenab-ı Hak kendi yolunda hizmet ederken vefat edenlere çok farklı muâmele edecek. Bu hayat da, sahip olduklarımızın hepsi de geçici!..” Bunları işitince tezgâhtarına “Oğlum Mahmut, kepenkleri indir, biz gidiyoruz!..” dedi… Böylece adımını atmış oldu…
Mustafa Bey’le İstanbul’a gitmişlerdi… Himmet varmış… Esnaftan birisi, delice çok yüksek bir şey söyledi. Dönüşte yolda Mustafa Bey “İnşallah sen de öyle bir şey söylersin, senin ondan eksik bir tarafın yok!” demişti, o da imkânsız mânasına bir söz telaffuz etmişti.
Birkaç gün sonra yıllık işler için bir toplantı vardı. Mustafa Bey’le beraber gidiyorlardı. Toplantı yerine varmadan önce bir mezarlık vardı. Akşam karanlığı da basmıştı. Mustafa Bey, arabayı kenara çekip, “Gel şunlara bir fikir danışalım!” deyip içeri yürüdü. O da ‘bakalım ne yapacak’ diye ardından girdi… Mezarlığa selam verip, “Nasılsınız? Ne yapıyorsunuz? Bize bir mesajınız var mı?” diye bağırdı. Sonra susup bir müddet kafasını uzatıp dinliyor havasına girdi. “Ne diyorlar, anlıyor musun?” diye sordu. O da “Ne diyorlar?” dedi. “Bizim de bir zamanlar sizin gibi işlerimiz, eşlerimiz, mallarımız, mağazalarımız vardı. Bir anda ölüm geldi, defterlerimizi dürüp buraya getirdi. Şimdi hesapla meşgulüz, diyorlar.” dedi ve arabaya yürüdü…
Toplantı yerine vardılar. Bir bayram gününü andıran atmosfer mevcuttu. Hatip konuşmasını yaptı. İş himmete gelince, Mustafa Bey ona bakıyordu. O, herkesten evvel ayağa kalkıp İstanbul’da söylenenden fazla bir rakam söyleyince, gözyaşları âdeta sel oldu… Artık İstanbul’u himmette geçen birisi vardı aralarında…
Yurtdışına gidiş başlamıştı. Hep öğretmenler gidiyordu. Esnaftan da tek tük gidenler vardı. Mustafa Bey de gitmeye karar vermişti. Ama altı dükkâna bakıyordu. Yüzden fazla çalışanı vardı… Hizmet için çok geziyorum diye çekingen davranmış, kardeşlerimin hakkı geçer diye yanına pek bir şey alamamıştı. O geldi. Kalbini okumuş gibi “Sen şimdi, kasadan para almaktan da, hakkım yok diye çekinirsin. Al şu parayı.” dedi. Çok büyük bir meblağdı. Mustafa Bey, “Kabul edemem.” deyince “Borç kabul et.” deyip kestirip attı…
Yirmi sene sonra bunlar üzerine Amerika’da konuşurken Mustafa Bey, “Artık o, öbür tarafta!..” diyordu yaşlı gözlerle.