Sabah aydınlığıdır Allah Resulü’nün (sas) görüşünde… Masum sabi Yusuf dünyasında zaman ve keyfiyet bakımından yıldızlar ötesi bir sultanlık… Asrın büyüğü için bir hakikat dünyası.
Son devir müminlerine de mübeşşerattır, rüya ve rüyalar âlemi.
Her şey kendine göre rüya görür sanki… Dünya ahirete göre bir rüya olup insanlar ölünce uyansalar da, esasen ahiret dünyanın gözünde bir rüya… Rüya hayalin, misal âlemi rüyanın, berzah âlemi misalin rüyası… Tersine çevirirsek, berzahın gölgesi misal; misalin gölgesi rüya; rüyanın gölgesi de hayal olur. Berzahın hayalinde kim bilir neler var?
Kıyamet arzın, belki de sistemlerin korkulu rüyası… Sen, diriliş neşvesi içindeki güler yüzlü neslimizi, soğuk yüzlü şeytanın kâbusu deyiver…
Yusuf, kuyunun rüyası… Koca Nasreddin’e kuyudan kova ile ayı çıkartanlar var. Kim bilir belki, ayın aksini cemal-i Yusuf sanmıştır. Belki de bu, gülmek isteyen insanların rüyasıdır.
Yusuf, zindanın rüyası… Zindan onun medresesi… Verdiği, isyan dersi değil; tevhit neşvesi idi. Binler sene sonra zindanın gözleri aynı rüya ile açılıverdi! Gözlerinden sonra kulaklarını da açıverdi zindan. Hayret! Niye hayret etmesin ki, sanki Yusuf tekrar ziyaretine gelmiş gibiydi. Bu sefer kardeşleriyle yapraklar içinde “meyve” dağıtır gibi tevhit sunuyordu. Artık zindanın nurdandı sürmesi. Açık görüyordu onun için varlığın manasını… Sevinse miydi, üzülse miydi? Çünkü artık hoyrat, fakat masum duvarlarıyla sabah akşam kalbi ziyalı masumları kucaklıyordu.
Devamlı genç yedi ashap ve Kıtmir de, esrarlı Kehf’in rüyası… Kehf, aradığını bulmuş gibi, kavuştuğundan ayrılmak istemez gibi, üçyüz sene rüyasından ayılmak istemedi de dokuz sene de uzattı…
Tohumu çatlatan rüşeym, kışın rüyası… Ama kışta gelen garipler cemaatinin çobanının rüyası da, çiçeği burnunda nesl-i cedit ve nesl-i ati…
Bad-ı tecelli, seherin; seher, ehl-i kalbin rüyası… Sadıkların rüyası da şehitlik… Senin rüyan ne, ey nefsim hiç düşündün mü?
Ambar, aç tavuğun rüyası… Ama ambardakinin rüyası bir mide mi, yoksa toprağın bağrı mı? Kalbi aç, ruhu gıdasız insanın rüyası fırın değil elbet. Susuza deniz he hacet?
Ya mezbahanın rüyası! Buhranla burkulan bir cemiyeti koca bir mezbahadan farklı görmeye imkân var mı? Eğer yoksa onun korkunç rüyasını tasavvura gücünüz yeter mi? Gönül meyveleri eler parelerinin gözüne kulağına zehir döküp, sonra giyotine sürükleyen bu müthiş mekanizmanın karşısında, uyumu zahiremiz (uyanık gözlülerimiz) hangi beyin sancısı ile bu meseleye eğilip, gelecek için tam rüyalara dalmakta?
Hüşyar bir ruhun, uyanık bir vicdanın rüyası ise sonsuza açılmış bir imanla ümit dolu aşk, şevk ve cezbeden başka bir şey mi olur? Rüyaya hasret, hatta hasrete hasret bir nesilken, ümit tomurcukları halinde semaya yönelen yüzlerin, binler renkli tecellilere makes olduklarını, mücella simalarından okumak artık mümkün.
Gözleri uyurken bile, -kalbi uyanık- Nebi’nin (sas) zaman ve mekânlar ötesinden gördüklerini, Şam, Kudüs, İstanbul fetihleri halinde tahakkuk etmiş olduğunu görüyorsun. O’nun (sas) beşiğinde büyümüş, kışta gelen başı ak taçlının rüyası, bir taze baharsa, niye garip geliyor sana? İlham sanatkârın; tohum, toprağın; yaprak, tohumun; meyve, ağacın rüyası oldu da tahakkuk etmedi mi? Bu cins rüyalardan bir rüya niye hayret veriyor sana? Yoksa bunca hakikatler hayal mi geliyor aklına? Sızıntı, Mart 1979