Cenab-ı Hakk’ın, hem Celâlî; hem de Cemâlî; isimleri ve tecellileri vardır. Neticesinde Allah’ın cehennemi de cenneti de vardır… Ulu divanda, zâlim olarak da mazlum olarak da bulunmak var. Cennet ucuz olmadığı gibi, cehennem de lüzumsuz değildir…
Bu durum, kıyamete kadar imtihan gereği hep böyle devam edecektir. Yani devamlı zâlim ve mazlum bulunacaktır.
Bir dönem müminlerin karşısında inkârcı zalimler olacak… Onlar kalmayınca bu sefer zâlimler inananlar arasından çıkacaktır. Mesela asr-ı saadetin ilk başında müşrikler zâlim olarak bulunuyordu. Sonra Âl-i Beyt’e karşı bazı Emeviler zalimlik yaptılar. Emevilerden sonra Abbasî;ler geldi, onlar aslında Âl-i Beyt’in yeğenleri olmalarına rağmen bir müddet sonra onlardan bazıları da zalimliğe başladılar.
Ama bütün bunlar mânasız şeyler de değildi; hep hikmetliydi…
Bediüzzaman Hazretleri’ne “Neden hilâfet-i İslâmiye, Âl-i Beyt-i Nebevî;’de karar kılmadı? (Yani, halife, Âl-i Beyt’ten başkasından olmaz, diye bir kaide konulabilirdi. Niye konmadı?) Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı.” diye sorulan bir soruya şöyle cevap veriyor: “Dünya saltanatı aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise İslâmî; hakikatları ve Kur’anî; hükümleri muhafazaya memur idiler. Hilâfete ve saltanata geçen, ya peygamber gibi mâsum olmalı veyahut Hulefâ-yı Râşidin ve Ömer İbni Abdülaziz-i Emevî; ve Mehdî;-yi Abbâsî; gibi hârikulâde kalbî; bir zühd ve takva sâhibi olmalı ki, aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt nâmına teşekkül eden Fâtımî; Devleti’nin Halifeliği, Afrika’da Muvahhidî;n Hükümeti ve İran’da Safevî;ler Devleti gösteriyor ki, dünya saltanatı Âl-i Beyt’e yaramaz. Asıl vazifesi olan dini korumayı ve İslamiyet’e hizmet etmeyi onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman parlak ve yüksek bir surette İslâmiyet’e ve Kur’an’a hizmet etmişler. İşte bak! Hz. Hasan’ın neslinden gelen aktablar, bilhassa dört büyük Kutup: Abdülkadir Geylânî;, Ahmed Rufâî;, Ahmed Bedevî; İbrahim Desûkî; (r.anhüm), bunlar içinde de bilhassa Gavs-ı Âzam olan Abdülkadir Geylânî;… Hz. Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, bilhassa Zeynelâbidî;n ve Câfer Sâdık ki, her biri birer mânevî; Mehdî; hükmüne geçmiş, mânevî; zulmü ve karanlıkları dağıtıp Kur’an’ın nurlarını ve imanın hakikatlarını neşredip yaymışlar, şerefli dedelerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.” Yine bu hususla ilgili “Mübarek İslâmiyet’in ve nurânî; Asr-ı Saadet’in başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve bu meselenin rahmet yönü nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değillerdir.” sorusuna da Üstad Hazretleri şöyle cevap veriyor: “Nasıl ki, baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her çeşit nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidat ve kabiliyetlerini tahrik eder, (potansiyellerini) inkişaf ettirir, her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî; birer vazife başına geçer. Öyle de, sahabe ve tâbiî;nin (bilhassa Âl-i Beyt’in) başına gelen fitne de, çekirdekler hükmünde muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her tâifeyi korkuttu, İslâmiyet’in korumasına koşturdu… Her biri, kendi istidadına göre, İslâm âleminin pek çok muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, tam bir ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadiselerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlarının muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı… Ve benzerleri… Her bir tâife bir hizmete girdi. İslâmî; hizmetlere hummâlı bir surette çalıştılar. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan İslâm âleminin dört yanına o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat ne yazık ki o güller ve gülistan içinde bidatçıların fırkalarının dikenleri de çıktı. Güya Kudret eli, Celâl ile o asrı çalkaladı, şiddete tahrik edip çevirdi; himmet sahiplerini gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen merkezkaç kuvveti ile pek çok münevver müçtehidleri, nurânî; hadis âlimlerini, kudsî; hâfızları, asfiyaları, kutubları İslâm âleminin her tarafına uçurdu, hicret ettirdi. Doğudan batıya kadar Müslümanları heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.”
Şimdi karar verelim; zâlim mi, olmak istiyoruz, yoksa mazlum mu olmak istiyoruz?