Bir önceki yazımda New Jersey’de emlakçı Muhyiddin Bey’in evinde 1995’teki bir sohbetten bahsetmiştim.
Yemekten sonra Ürdünlü bir Çerkez Hoca, sohbete başladı. Çok hoş ve fasih bir Arapça konuşması vardı. Münafikûn Sûresi’ni tefsir ediyordu. “Münafıklar sana geldiklerinde ‘Şehadet ederiz ki, sen gerçekten Allah’ın Resûlüsün’ derler. Allah, elbette Senin Kendisinin Resûlü olduğunu biliyor. Ama Allah şehadet eder ki, münafıklar kesinlikle yalancıdırlar. (Yani içlerinde olanı söylemiyorlar. Kalbleri başka, dilleri başka). Yeminlerini kalkan yapıyor ve insanları Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorlar. Gerçekten de ne kötüdür yaptıkları. (…) Onları gördüğün zaman kalıp ve kıyafetleri hoşuna gider. (Öyle bir ton ve üslûpla konuşurlar ki,) konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Gerçekte ise onlar, duvara dayalı giydirilmiş kütükler gibidir. (Hain oldukları için hep korku içinde yaşar ve bu sebeple kulaklarına giden) her bağırmayı kendi aleyhlerinde sanırlar. Düşmandır onlar, dolayısıyla onlara karşı dikkatli olun; Allah onların canlarını alsın! Nasıl da sürekli sapkınlık içinde bâtıl davalar peşinde koşturuluyorlar. (…) Onlar öyle bedbaht kimselerdir ki; ‘Resûlullah’ın etrafındaki fakirlere infakta bulunmayın, tâ ki, dağılıp gitsinler!’ diye propaganda yaparlar. Halbuki, göklerin ve yerin hazineleri Allah’a aittir ama münafıklar bunun idrakinde değillerdir. Kalkmış bir de (bu münafıklar) ‘Şüphe edilmesin ki, Medine’ye döndüğümüzde izzetli ve şerefli olanlar, zelil olanları, mutlaka oradan çıkaracaktır.’ diyorlar. Halbuki izzet ve şeref Allah’a aittir, Resulullah’a aittir ve mü’minlere aittir. Fakat münafıklar bilmezler.”
Meâlini yazdığım bu âyetleri Hoca okuyor ve hadis-i şeriflerle izah ediyordu. Başta dediğim gibi mânasını tam anlamasanız da şiir dinler gibi Çerkez Hoca’yı dinliyorsunuz. 1988’de İstanbul’da bir sempozyumda Said el-Bûtî; merhumu da böyle dinlemiştim. Onun da Arapça telaffuzu gerçekten böyle çok hoştu. Tam o sırada, Muhyiddin Bey’e hediye ettiğim Üstad Hazretleri’nin Arapça İşârâtü’l-İ’caz tefsiri gözüme ilişti. Kitapların arasından alıp Bakara Sûresi’nin başındaki, münafıklarla ilgili bölümü bulup Çerkez Hoca’ya takdim ettim. “Biraz da buradan okumanızı istirham ediyorum.” dedim. O güzel telaffuzu ile okumaya başladı. İki âyet kâfirlerden ama on üç âyet ise münafıklardan bahsediyordu. Üstad Hazretleri, maddeler hâlinde bunun hikmetlerini ince ince tahlil ediyor ve nifakın İslam âlemi için nasıl bir fitne ve belâ olduğunu izah ediyordu. Hem okuyan, hem de dinleyen doktorlar hayret içinde idiler. Belli ki, böyle bir tefsir görmemiş ve işitmemişlerdi… Bu Mısırlı doktorların başı olan uzun boylu ve levent endamlı Dr. Muhammed Kaf Bey, atik bir hareketle uzanıp Hoca’nın elinden İşârâtü’l-İ’caz tefsirini kaptı; “Bu benim!… Benim bu zamana kadar böyle bir tefsirden haberim yoktu. Bunu kimseye vermem!” dedi. Sonra bana döndü ve tefsiri göstererek “Başına bu kitabı, Muhammed Kaf’a hediye ettim, diye yaz!” dedi. Ben kendisine “Bunu ben Muhyiddin Bey’e hediye etmiştim. Sana da bir tane ayrı bir kitap getirip hediye edeyim.” dedim. “Olmaz. Sen şimdi bunu bana hediye ettiğini yaz. Sonra Muhyiddin’e ayrı bir kitap getirirsin.” dedi. Muhyiddin Bey de gülümseyerek tamam deyince, kitabı alıp onun istediği gibi bir takdim yazısı yazıp imzaladım…
Sonradan da Muhyiddin Bey’e ayrı bir İşârâtü’l-İ’caz kitabı hediye ettim.
İnşallah, bir başka yazımda İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde anlatılan münafıklar konusunu ele almak istiyorum.