Devirler değişse de cevirler değişmiyor. Yani bir nevi tarih tekerrür ediyor ama aynı ile değil, misliyle…
Emirdağ Lâhikası’ndaki bir mektupta Üstad Hazretleri diyor ki: “Sâniyen: Hüsrev ve Tâhirî; gibi vazifelerini tam yapan ve bin Hüsrev ve beş yüz Tâhirî; meydanda bırakan iki kardeşimizi ve onların sisteminde bir Nurcuyu sulh mahkemesine vermek; inşallah neticesinde büyük bir inayet ve fütuhat olacak, hiç merak etmeyiniz. ‘Umulur ki, sizin hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olur.’ (Bakara Sûresi, 216) âyetin sırrı ile, bu hâdise, zulmedenlere, maddî;-mânevî; cehennemi ve Nurculara dünyevî;-uhrevî; cenneti kazandırmaya bir sebeptir, inşallah…”
Seneler sonra tekerrürler devr-i daimi içerisinde, yüzlerce insan yetiştiren iki müessesenin başındaki arkadaşlarımızın hikmetli bir tevafukla sulh mahkemesi benzeri bir mahkemeye sevk edilmeleri hoş bir tevâfuk olsa gerektir…
Kader-i İlâhî;’nin takdirinde elbette hikmetler ve derin sırlar var. Berâat ile neticelenen Denizli Mahkemesi’nden merhum Ahmet Feyzi Kul Ağabey’in anlattığı bir olayı nakledeyim:
“Denizli mahkemesi başladı… Yukarıdan verilen kararla gıyâbî; tutuklama hükümleri verilenler toplanıyor. Beni de mahkemeye çıkardılar. Hâkim, bir hanımefendi. Yapacağı bir şey yok. Gıyabî; kararı vicâhiye çevirerek yani yüzüme okuyarak Denizli’ye sevk edecek. Hâlime acıdı da; ‘Amcacığım, benim yapacağım bir şey yok; tutuklamak zorundayım. Ama şu yaşınızda size yazık olacak… Siz beş vakit namazını kılıp işinizi bilseydiniz de bu sıkıntılara keşke düşmeseydiniz.’ dedi. Ben de ‘A kızım! İslâmiyet o kadar kolay değil işte!’ dedim. Trene bindirdiler, baktım bütün herkes orada… Hep beraber gidiyoruz. Sevincimize diyecek yok. Göremediklerimizle beraberiz. Bir bayram havası var. Hapishanede bizleri grup grup koğuşlara yerleştirdiler. Birbirimizle hasret gideriyoruz. Hapishanenin mırmırları, ağaları bile bizlere sâhip çıkmaya başladılar. Ama birisi var, hiç bizim içimize girmiyor, bir kenarda somurtup duruyor. Hatta aleyhimizde yazan gazeteleri aldırıyor ve devamlı bizden olmadığı mesajını veriyor. Aslında Nurcu diye yanlışlıkla getirmişler. Zaten bir berberde bizimkiler tıraş olsa, Nurcuların berberi deyip hapse gönderiyorlar. Bu kişi aylarca somurtmasına rağmen tahliye edilmedi… Neyse bir gün baktık bu, tek başına koğuşun bir ucundan öbür ucuna bir şeyler söyleyip kollarını da dönüşlerde havaya kaldırarak volta atıyor. Herhalde bu, kafayı oynatıyor, biraz teselli edici sözler söyliyeyim, diye yanına yaklaşıp, ‘Mustafa!’ dedim ‘Öyle olceymiş!’ dedi ve kolu havada kaldı. Ama gülümsüyordu… Yanıma yaklaştı yine ‘Öyle olceymiş!’ diyerek söze başladı. ‘Bizim köyde bir hoca varmış. Her ne olursa olsun, öyle olceymiş, Allah’ın takdiri öyleymiş, dermiş. Birkaç kişi hocayı denemek için bir gün dağda iki koyununu (veya keçisini) bir mağaraya kapatmışlar. Herkesin davarı gelmiş, onunkiler gelmemiş. Bir de gidip, seninkileri kurt yemiş, demişler. Hoca, öyle olceymiş, ne yapalım takdir-i İlâhi öyleymiş, demiş. Ama o gece dağlara çok yağmur yağmış, seller köye inip köyün davarlarının toplandığı yerden hepsini de götürmüş… Tabii hocanınkiler, dağdaki mağarada korunmuş. Bu sefer hocaya gidip, hocam kusura bakma, böyle böyle oldu, demişler. Her zaman olduğu gibi hoca yine, öyle olceymiş, Allah’ın takdiri böyleymiş, demiş. Şimdi bu, bana da bir ders oldu. İşte, bir kenarda tek başıma duruyor ve kendime bir nevi eziyet ediyorum. Sizler Allah’ın takdirine güvenip boyun eğdiğiniz için, rahatsınız. Ben de anladım artık, böyle olceymiş ki, kader beni sizin aranıza getirdi.’ dedi.”
Evet, hikmetsiz takdir olmaz… İlahî; takdirin, sır ve hikmet örgüleri birer birer çözülünce esas güzellikler o zaman anlaşılacak inşallah…