Herkül Millas: Türkiye’de şu an konuşanlar değersiz şeyler söyledikleri için konuşabiliyor. Dolayısıyla duyduklarımız değersiz laflar, basmakalıp şeyler, önyargılar… Türkiye’nin geri kalanının eğer konuşmaya fırsatları olursa ne diyeceklerini göreceğiz.
ALİN OZİNİAN – SELAHATTİN SEVİ-KRONOS
Kitapları ve köşe yazıları ile tanıdığımız Herkül Millas Ankara’da doğdu, İstanbul’da yaşadı. Feriköy Rum İlkokulu’nun ardından eğitimini Robert Kolej’de sürdürdü ve inşaat mühendisi oldu. Türkiye İşçi Partisi’ne katıldı, askerliğini Muş’ta çavuş olarak yaptı. 12 Mart’tan sonra Atina’ya yerleşen Millas, Bahreyn, Katar ve Endonezya’da çalıştı, Suudi Arabistan’da kendi araştırma şirketini kurdu. Ankara’da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Çağdaş Yunan Dili ve Edebiyatı bölümünün kuruluşunda çalıştı, dil ve edebiyat dersleri verdi. Makedonya (Selanik), Ege (Rodos) ve Atina üniversitelerinde Türkçe, Türk edebiyatı ve Türkiye siyaset tarihi dersleri verdi. Bilimsel çalışmalarının yanında spora düşkünlüğü hiç bitmedi; gençliğinde atletizmde 1962 yılı Türkiye 100 metre birincisi olduktan sonra, 2016 ve 2019 yıllarında “master” kategorisinde 100 metre ve yüksek atlamada Yunanistan birincisi oldu.
Türkçe ve Yunancadan karşılıklı çeviriler, tarihyazımı, siyaset bilimi, edebiyat, dil, kimlik, okul kitapları ve Türk-Yunan ilişkileri konusunda çalışmalar yaptı. Tüm bu birikimlerini uzun yıllar Zaman gazetesindeki köşesinden Türkiyeli okurlarla da paylaştı. 1992 ve 2001 yılında Abdi İpekçi Barış (özel) Ödülü, Atina Çevirmenler Derneği, Yunan Yazarlar Birliği’nin Dido Sotiriu, Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Düşünce ve İfade Özgürlüğü ödülü başta olmak üzere birçok ödüle layık görüldü.
Türkiye’ye hem içeriden hem dışarıdan bakabilmenin verdiği tecrübe ile Türkiye’nin bugünü ve yarını hakkındaki sorularımızı cevaplayan Millas, içinde bulunulan hukuksuzluk ve adaletsizlik dönemini “kriz” olarak adlandırıyor. Yaşanan siyasi atmosferin bir anlamda halkın seçimi olduğunu düşünen Millas, Türkiye’deki lider seviciliğe dikkat çekerek, aynı hastalıktan muhalefetin de mustarip olduğunun altını çiziyor. Avrupa Birliği trenini kaçırmış olmanın da bu yaşananlarla ilgili olduğunu söyleyen Millas, “Kriz atlatılsa bile, ülkenin kendisine gelmesi zaman alacaktır.” diyor.
Türkiye sizce nereye gidiyor?
Türkiye’nin nereye gittiği önemli tabii; bu Türkiye’ye, dış güçlere, genel ortama, konjonktüre bağlı ama bence asıl önemli olan bugün olup biten. Şu andaki durumu konuşmak gerekli, çünkü durum kritik, durum riskli…
DUYDUKLARIMIZ DEĞERSİZ, BASMAKALIP LAFLAR
Sizce Türkiye’deki siyasetçiler, gazeteciler, yorumcular, hatta her kesimden insan ülkenin mevcut durumunu yani bu riski idrak ve ifade edebiliyor mu?
Öncelikle insanlar konuşamadıklarından dolayı olayı doğru ya da yanlış mı yorumladıkları konusunda değerlendirme yapamıyoruz. Konuşanlar değersiz şeyler söyledikleri için konuşabiliyor. Dolayısıyla duyduklarımız değersiz laflar, basmakalıp şeyler, önyargılar, laflar, sözler. Bunlar konuşabilenler ve biz sadece onlar konuşabildiğinden dolayı Türkiye’nin geri kalanı durumu anlamıyor diye kabul ediyoruz ama öyle değil. Konuşmaya fırsatları olursa ne diyeceklerini göreceğiz, şu anda yargıda bulunmam haksızlık olur. Sorun konuşamamak.
Uzun bir süredir demokrasi sadece sandığa indirgendi, bu da yetmez gibi doğu illerinde halkın seçtiği yöneticiler yerine kayyımlar atandı, hatta İstanbul seçimlerinde halkın iradesine müdahale edildi. Böyle bir ortamda seçimlerle bir şeyler değişir mi?
Türkiye’de çok köklü bir anlayış var. Aslında sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu ve doğu ülkelerinde ve Balkanlarda da bu böyle; kavramlar iyi-kötü, haklı-haksız üzerinden kuruluyor. Hukuka uygunluk, hukuka karşı olmak değil önemli olan, iyi ve doğru olmak.
Kimileri de bu iyi ve kötünün sözcüsü olduklarını iddia etmişler, onlar biliyorlar bizim için neyin iyi ve kötü olacağını. Bu noktaya vardıktan sonra artık demokrasi olmaz. Demokrasi olmaması da doğal bu şartlarda aslında, çünkü doğrunun ne olduğu belli ise “yanlış oy kullanan halkın yanlış yapmasına izin vermeyiz” denmesi anlaşılabilir.
Bunun gibi bir mantık var ve tüm sorun gerçeğin göreceli olduğunu kabul etmek. Bu yaklaşım, yani gerçeğin göreceli olduğu anlayışı şu an Türkiye’de mümkün değil, çünkü benim doğrum tek doğrudur görüşü var ve “diğer düşünceler de doğru olabilir” noktasına gelmek çok zaman alacaktır. Batı Avrupa’da bunun için 500 yıl gerekti, zor bir şey. Türkiye’de maalesef “Doğru nedir biliyoruz, doğruyu biz temsil ediyoruz, bile bile de yanlış yola gitmesine izin vermeyiz” anlayışı egemen.
Bu durumda seçimler ne rol oynar? Mesela bazı maskelerin düşmesini sağlar. Seçimler olur, ardından geçerli sayılmaz sonra birileri bundan kuşkulanmaya başlar, ne oluyor diye düşünmeye başlar, bu yararlı bir şeydir. Seçimlerin fonksiyonu budur. Ayrıca karşı tarafın zor kullanmasına fırsat ve mecburiyet yaratır, seçimleri kaybetmemek için zor kullanır, deşifre olur.
Bu bakımdan seçimler yararlı ama seçimler ile iktidar değişmez diyorsak onu “Peki ya ne ile iktidar değişir” sorusu takip eder. Ne kalıyor geriye? Sanıyorum cevap kolay değil. Ben o anlamda hâlâ seçimlere inanıyorum, foyalar ortaya dökülür seçimlerde, rezalet olur, bunun bile bir yararı olur.
Bu tip rejimler tarihte sıkıntılı, acı bir şekilde düşer fakat uzun süre de yaşayabilir. Franco, İspanya’da on yıllarca iktidarda kaldı. Portekiz’de de öyleydi, bazı rejimler ise 5-10 yıl dayanabildi, Türkiye bakalım ne kadar dayanacak.
Evet, rejim diyoruz ama hükümetin tabanı, oy potansiyeli de var. Türkiye uzun zamandır ihtiyacı olan lideri bulmuş olabilir mi? Halkı yarısı böyle yönetilmeyi istiyor olabilir mi?
Dilemma deniyor buna. Halkın büyük kısmı böyle yönetilmeyi istiyorsa; bir lider başımıza geçsin, ne doğrudur bize göstersin, biz de o ne derse yapalım diyorsa, o zaman demokrasi ne olur? Bu şeye benziyor, bir insan kendi iradesi ile köle olmak istiyorsa, o köle olsun mu?
Biliyorsunuz, anayasaya göre bir anlaşma imzalayıp bir insanın kölesi olamazsınız, buna imkân yok. Ama bir halk kendi iradesi ile kendisini köle kılabilir. Maalesef demokrasilerde bu olanak var, Almanya’da Hitler’i ilahlaştırdılar, görüyoruz çok feci liderler destek buldu, rejimini sürdürdü. Türkiye’deki durumunun alternatifi ne olur bilmiyorum gerçekten. Bunun alternatifi darbedir, o da Türkiye’nin artık gündeminde değil, zaten olmaması da gerekir. Diktatöre karşı yapılan bir uzun sürede çözüm değildir, bu sebeple darbe de önerilemez.Geriye ne kalıyor? Halkın görüş değiştirmesi. Biraz ütopik, biraz romantik ve uzun vadeli ama bunun dışındaki alternatifleri ben temelli çözüm olarak görmüyorum.
Hukuksuzluktan bahsettik, miladı ne zamandır? Muhalefet bunun bir AKP icadı olarak düşünüyor. Sizce de öyle mi?
Eskiden de böyleydi. Bu Türkiye’nin değil, dünyamızın hikâyesi aslında. Tüm Asya, bütün Afrika tapar liderlerine, demokrasi çok az sayıda birkaç ülkenin halkının içine sinmiştir. Nadir görülür demokrasi, az ülkede benimsenmiştir. Kalan ülkeler “demokrasi gibi”dir.Anayasası demokratiktir, yasalar demokratiktir ama halk bilinci, davranışı demokratik değildir. Öncüye tapar, kahramanlara tapar vesaire. Bu Anayasa ile alakalı bir şey değil, insanların inancı ile ilgili bir şey.
Büyüklere saygı ile başlar bu aslında. Bizler ailenin içinde öğreniriz bunu; büyüklerin lafından çıkılmaz, demokrasi ailede yoktur çünkü. Mahallede yoktur, köyde yoktur. Hiyerarşi vardır, saygı hiyerarşisi, Türkiye de böyle çok saygılı bir toplumdur, yaşlıya saygı, okumuşa saygı ve saygı saygı diye diye demokrasiden eser kalmaz. Çünkü demokrasi eşitlik üzerine kuruludur, eşitlik de böyledir. Yaşlı diye bir insan daha haklı, daha söz sahibi olmaz. Bu eşitlik geleneksel toplumlarda hemen hemen yoktur, bu toplumlarda saygı hiyerarşisi vardır. Demokrasilerde ise herkes eşittir. Herkes herkese saygı gösterir. Genç yaşlıya saygılıdır ama 80 yaşındaki biri de 20 yaşındakine saygılı olmalıdır. Hiyerarşik saygının demokrasi ile alakası yoktur, ben bana yaşımdan dolayı saygı duyduklarında fevkalade rahatsız oluyorum. Bana itiraz etmediklerinde rahatsız oluyorum.
ERDOĞAN’A TAPANLARIN KARŞISINDA MUSTAFA KEMAL’İ PUTLAŞTIRANLAR VAR
Siyaseti dönüştürecek, yeni fikirler ortaya atacak siyasi bir yaklaşık ya da oluşumun gelişmesine elverişli bir atmosfer var mı?
Bence yok. Ben kişiler görüyorum, aydın, açık görüşlü vizyon sahibi insanlar var ama bu kitle hareketi değil. Bir liderden bir lidere geçeceğiz, Recep Tayyip Erdoğan’a tapanlar var, karşı tarafta Mustafa Kemal’i putlaştırmış insanlar var. Yani Mustafa Kemal yaşasaydı ne yapardı sorusu ile yola çıkıyorlar.
Bu çok acayip bir şey, liderden kurtulamıyoruz. Biri kurucu lider, diğeri ikinci adam, beriki tek adam… Ama biz ilkeleri konuşmuyoruz. Sistemleri konuşacağımıza liderlerin temsil ettiği rejimleri konuşuyoruz. Mustafa Kemal bir rejimi temsil ediyor, nedir tam olarak bilmiyorum, herkes farklı bir şeyler diyor. Erdoğan rejimini de bilmiyorum. İlkeleri nedir derseniz sayamam, kim biliyor onu da bilmiyorum…
Genel bir ilkesizlik mi var?
Genel bir ilkesizlik var ama daha önemlisi genel bir inanç var; lidere inanç! Onu izleyerek tatmin oluyorlar, aslında bu bir tatmin meselesi. İnsanlar mutlu ve onlar mutluysa söyleyecek pek bir şey kalmıyor.
EZİLENLERİN SAYISI ARTTI, O YÜZDEN REJİM DİYORUZ
Muhalif güç göremiyor musunuz?
Kritik (eleştirel) düşünce eksikliği var. Lideri izlemeyi tercih ediyorlar, dünyada da bu böyle, Asya Afrika böyle, aşiretler var, o liderin peşindeler. Batı Avrupa ve onların kurdukları Amerika, Kanada gibi ülkelerde var demokrasi…
Bir dönem demokrasiyi uyguladığımıza inandık, pürüzler tartışıldı, tartıştıkça aştık sandık, aşmamışız. Cumhuriyet döneminde demokrasi olmadı, insan hakları yeterince savunulmadı, devam eden kötü durumun krizini yaşıyoruz, çünkü aşırı oldu.
Gayrimüslim azınlıklar ve diğer azınlıklar; Aleviler, Kürtler eziliyordu, sayı genişledi zaten o yüzden rejim diyoruz, yoksa eskiden de vardı tüm bu pratikler.
Mantıksızlık kabul görüyor, görebiliyor. Biri bir şey diyor, halk onaylıyor. Sizce gerçekten inanıyorlar mı liderin her dediğine?
Lidere tapmak bu demektir zaten; kabul edersin, inanırsın, onunla uyum içinde olmak istersin, rahatlatır bu seni. Önce duygusal olarak bağlanıyorlar insana, düşünceye daha sonra ise ideale, sonra tüm mantık onu kanıtlama yönünde çalışıyor. Örnekleri kanıtları ona göre seçiyor, uymayan kanıtlara yalan kanıtlar bunlar diyor.
Aslında insanlar benim anladığım kadarıyla çok duygusal, kimlik meselesi önemli ama aynı zamanda bir birlik içinde olmak istiyor. Liderleri Erdoğan’a inanmak onları rahatlatıyor. Lidere karşı olmak, o başka bir ilişki istemiyoruz, rahat etmiyoruz o durumda
Mustafa Kemal’in bir kusurunu söylersek misal -ya insan değil mi vardır kusuru- insanlar rahatsız oluyor. Erdoğan’ın yanlışı da öyle, bu neyi gösteriyor, eleştiri ya da soru o kutsala sataşmak olarak algılanıyor.
Nasıl gelindi buraya?
Avrupa Birliği’ne giremedi Türkiye, AB bu büyük şanstı. Çok aklı başında bir arkadaş bir gün, “… ekonomimiz çok iyi, artık AB’ye ihtiyacı yoktur Türkiye’nin” dedi bir sohbette. AB sadece ekonomik işbirliği değildir dedim, bazı ilkelerin temsilcisi bir kuruluştur. Bu gruptayken bazı şeyleri yaptırmazlar size, bazı şeyleri de yaptırırlar.
Bu önemliydi Türkiye için. Örneğin, Yunanistan’ın AB içerisinde olması büyük şanstır, yoksa krizden sonra feci olurdu durumu, sadece ekonomik olarak demiyorum, demokrasi, insan hakları açısından da çok önemliydi. AB projesi dünyamızda var olan en güzel projelerden biridir. Türkiye bu treni kaçırdı, Girmek için çaba da göstermedi.
“Avrupalılar bizi istemiyor” dedi. Haklı ama böyle bir Türkiye’yi tabi ki istemeyecekti, Türkiye çaba sarf etmedi. AB de intihar etmek istemedi. Bir fırsat kaçtı, hani şu batılılaşma, uygarlaşma denilen proje, çok büyük yardımı olacaktı AB’nin. Bu herkese yarayacaktı; kendi inancı ile yaşamak isteyen insanlara, demokrasi isteyenlere, herkese, çok açık iyi bir projeydi. Bu tren yeniden yakalanır mı bilmiyorum ama bence Türkiye’nin önü AB ile açılırdı.
Normalleşmede en büyük sorun nedir?
Türkiye’nin halkı. Kendimizi aldatmayalım, bu liderler kusurlu diyoruz ama liderleri destekleyen kitleler var. Bu kitleler sorumlu derken, kabahat onlarda demiyorum ama bu bir tarihsel süreçtir yani Türkiye, Batı Avrupa ülkesi olmamıştır hiçbir zaman, Ortadoğuludur Türkiye.
Toplum sorumlu bana göre ama insanlar batılılara benzememekten kıvanç duyuyor, “Biz onlardan daha üstünüz!” diyerek kendilerini çok iyi hissediyor olabilirler. Bana göre bu doğru bir tutum değil tabi ki.
Dışarıdan Türkiye nasıl gözüküyor?
Sanırım Batı’nın Türkiye’ye bakışı benim bakışım gibi, ben Türkiye’ye batıdan bakıyorum, o değerler ile değerlendirdiğimden böyle konuşuyorum. Pakistan’dan baksaydım ne derdim bilemiyorum, mutlaka başka bir Türkiye görürdüm o zaman.
AB ve Batılı değerlere inanıyorum ben, başka şeylere inanalar başka şeyler düşünürler Türkiye hakkında. Bunun mantıkla da ilgisi yok bence, bu değerler ile geliştirdiğiniz duygusal bir bağ. İnsanlar geleneksel toplumu beğeniyorlar, eskiye bağlı kalmak istiyorlar. Tabi burada bunu da sorgulamak gerek, Türkiye’den Batı’ya göç eden insanlar var ama tersi yok.
Hollandalılar örneğin Türkiye’ye gelip yerleşmek istemiyor ama tersi çok, demek ki Batı’da iyi bir şey var. 23 Nisan’da bir kızımız gerçeği ağzından kaçırdı hatırlarsanız “Almanya’ya gidip doktor olmak istiyorum” dedi. Kimse Doğu’da yaşamak istemiyor ve bu Türkiye’ye özgü değil, tüm doğu ülkelerindekiler batıya gelmek istiyor. Afrika’da da öyle. Bundan daha büyük kanıt var mı? Düşüncelerinden bağımsız herkes Batı’yı beğeniyor kısaca.
Peki ya NATO ile ilişkiler?
Türkiye ordusu ile NATO’ya bağlı ve ben orduyu NATO dışında düşünemiyorum. Ordu Nato’nun dışına çıkmak ister mi onu da anlayamıyorum açıkçası. Sanmıyorum. Türkiye’nin NATO’dan çıkacağına inanmıyorum, göremiyorum. Hem de bu NATO bağı Türkiye’yi bağlar, Türkiye batıdan kopmaz böylelikle.
Rusya ile flört neyin nesidir, bir denge politikası mıdır?
NATO’dan konuşurken aklımda zaten Rusya vardı. Türkiye’nin kamp değiştirmesi, pratikte kolay bir şey değil, on yıllarca ordusu hem eğitim, hem teknik, hem beğeni anlamında NATO ordusu ile kaynaşmış bir ordu. Türkiye’nin böyle kamp değiştirebileceğini gerçekten sanmıyorum, bırakmazlar onu da söyleyeyim, istese bile engeller çıkarırlar.
Genç kuşakların sıkıntısı sanıyorum daha uzun sürecek, kriz aşılsa bile, düze çıkmak epey zaman alacak. Kriz diyorum çünkü başka kelime bulamıyorum, ne olduğu belli olmayan bir düzende yaşanıyor her şey şu anda, böyle bir Türkiye nasıl devam eder?
Kimin ne yaptığı belli değil, ülkeyi kimin yönettiği belli değil. Ne yöne doğru yönettiği belli değil, hukuk var mı, o da belli değil.
Susan aydınlardan söz ettik, bir ülkede aydın 10-15 yıl susarsa ne olur? Korkunç şeyler olur. Aydınların konuşmadığı bir ülkede ne olur düşünsenize? Bir nesil aydınların konuşmasını duymadan büyüyor, haberiz dünyadan. Bu ezberi dinleye dinleye bir kuşak büyüyecek, bir toplum oluşacak. Şu an 15 yaşında olan çocuklar 10 sene daha bu ezberle büyürlerse, nasıl bir toplum olur? Kabus gibi.
Bu aşamada gemisini kurtaran kaptan oluyor, toplumdan ve devletten kimse bir şey beklemesin.
Ne yapacak gerçeği görenler?
İçine kapanacak, kendini yetiştirmeye yönelecek. Ben de öyle oluyorum, içime kapanıyorum, iç açıcı değil gelen mesajlar, dayanışma yok, yeni bir şey yok, örnek alabileceğim insanlar yok, böyle durumlarda içime kapanıyorum. Bu kaçıştır evet! Ama yapılacak çok bir şey yok. Bu dönemde okumak, dil öğrenmek, hobiler edinmek gerekir. Kriz anında böyle eğilimler doğar, bir taraftan da daha iyi günleri bekleriz, umut ederiz. Ayrıca hiciv de gelişir kriz zamanlarında!