Eskiden PKK’ya karşı düşman bir dil kullanan bazı solcuların, Kemalistlerin Ak Parti’ye olan öfkeleri nedeniyle PKK’yı geçmişe göre daha sempatiyle karşıladıklarını hissediyorsun. Ak Parti hegomonyasına karşı öfkesi artan solun bazı kesimleri, “PKK da olsa vursun bunlara bir darbe” diyor. “PKK’dan başka direnecek güç kalmadı.” diyor. Asker teslim oldu, yargı teslim oldu, CHP teslim oldu, geriye kim kaldı PKK.
Sola dair tartışmalar içinde Oral Çalışlar’ın söylediklerine bir pencere açmak istedik. Solun Türkiye tarihi büyük kitapların konusu ama Çalışlar’ın yetkinlikle söylediği ve pek duymaya alışık olmadığımız sözleri tartışmaya değer.
Bugün AK Parti karşıtlığı solda yeni bir savrulmaya mı yol açtı? Daha doğrusu sola ait bir gözlem ve analiz yapmak istediğimizde nereden başlamalıyız?
1900’lü yılların başından, 1920’den baktığınızda sol, Sovyetler Birliği kaynaklı bir hareket. Türk sosyalistler de esas itibariyle Sovyetler Birliği kaynaklı ortaya çıktılar. Sovyetler, Kemalist devrimin Batı’da bir yarık açtığını düşünerek, yeni cumhuriyeti dünya devrimlerinin bir parçası ve doğal müttefiki olarak görüyordu. Bu sebeple de Sovyetler Birliği-Türkiye ilişkileri uzun süre pozitif minvalde yürüdü. Hatta milli mücadele sırasında zaman zaman ‘Sovyet tipi bir yönetim şekline mi gitsek?’ diye bir görüş de vardı o zamanki cumhuriyet önderliği içinde. Bu durumu ülkede kurulan komünist ve sol partileri de etkiliyordu. Sovyetler Birliği ile Cumhuriyet’in Kemalist rejimi müttefikse, solcular için Kemalist rejim müttefikti ve ilericiydi. Komünistlerle Kemalistler arasındaki ilişki o dönemde başlıyor yani Sovyetler kaynaklı.
Kemalizm ve sosyalizm işbirliği hâlâ tam çözülemeyen çetrefilli bir sorun gibi. Çoğunlukla da sosyalizm aleyhine Kemalizm lehine bir durumdan söz ediliyor bu işbirliğinde ne dersiniz?
Zamanla bu akrabalık giderek sosyalizmin daha etkin olduğu bir ilişki olarak gelişti. Çünkü o sırada Vietnam’da Amerika aleyhtarı çok kuvvetli bir savaş vardı. Afrika’da da sömürgeci Avrupa’ya karşı bağımsızlık mücadeleleri veriliyordu. Bu hareketlerin bir kısmına sosyalist partiler öncülük ediyordu. Büyük bir sosyalist rüzgâr vardı 60’larda. Vietnam’da, Çin’de, Kamboçya’da, Etiyopya’da, Afganistan’da… O gün sosyalist ideoloji Kemalizm’den daha baskındı. Bugün tersi söz konusu. Kemalizm, sosyalizm ve sol üzerinde daha fazla hegemonyaya sahip. O dönemde Kemalist olmak çok itibarlı değildi. Bir keresinde bankada yöneticilik yapan dayıma ‘Sen küçük burjuvasın!’ dediğimde benimle bir hafta konuşmamıştı, ‘Ben sosyalistim, sen ne diyorsun!’ diyerek. Sonra bir şey daha oldu 60’larda. Sosyalistler, Amerikancı hegemonya ile mücadeleye giriştiler. Ama Amerika çok kuvvetliydi. Ona karşı çok geniş bir çatışma alanı vardı. Bugün bazı arkadaşlar o tarihi çok iyi anlamıyorlar, 60’larda sağ büyük ölçüde Amerikancıydı. Bizim devletle çatışmamızda Amerikancı baskıcı rejimin bir parçası olarak üstümüze geldiler. Şimdi bunları unuttular. ‘Solcular darbeciydi, sağcılar da seçimden ve halktan yanaydı’ diyorlar bir de…
Sağın çok etkinliği yoktu galiba.
Milli Türk Talebe Derneği vardı. Komünizmle mücadele dernekleri… Amerika, Sovyetler Birliği’ni genel bir tehdit olarak gördüğü için Türkiye önemli bir cephe ülkesiydi ve korumak gerekti. Anti komünist bir rüzgâr estirmek lazımdı.
Peki ya 70’lere gelirsek…
12 Mart askeri darbesinde biz yargılanırken sağcılar askerle işbirliği halinde aleyhimize tanıklık yaptılar. Şimdi o ülkücülerin bazıları AK Parti’de. Tarihin bu tarafını görmezsek AK Parti’nin bugünkü çıkmazını da iyi anlayamayız. Sağda da demokratik bir gelenek yok. Evet halkçı popülist bir tarafı var ama biz Amerikan aleyhtarı miting yaparken Mehmet Şevki Eygi’ler ‘Vurun bu komünistlere’ diye bu gösterileri bastırmak için örgütlendi. 1969, 16 Şubat Kanlı Pazar’da iki kişi öldü. Türk sağı da Türk solu da maalesef demokratik geleneklere sahip değil. Bir taraf demokrat, diğer taraf darbeci diye bir genel tanımlama yaptığın zaman bu çok sağlam olmaz.
Bu arada solcular içindeki Sovyet etkisi en başta olduğu gibi devam ediyor muydu?
Sovyet etkisi de parçalandı. Kendi içinde Sovyetçi, Çin, Arnavutluk, Küba taraftarı diye ayrıldı.
Bu nasıl oluyor?
Sen Çin modelini benimsiyorsun, öbürü Sovyet… Diğeri Küba yolunu tercih ediyor.
Peki solun orduyla ve cuntalarla ilişkileri bu devrim hayalinin neresine tekabül ediyor?
Orduyla ilişkide değişik aşamalar var. İlk başlarken 65’lerde herkes yarım kalmış bir 27 Mayıs’ı tamamlamak düşüncesi içindeydi. Darbe, sosyalizme kadar götüremedi Türkiye’yi. 27 Mayıs, Milli Devrim Derneği gibi oluşumlarla işbirliği içinde başladı. Ama orada kalmadı iş. Bir kısım “Bu böyle olmaz, halkı örgütlemek gerekir” dedi. Sol darbeciliğin peşine takılmış değil aslında. İlk başta darbecilikle başladı ama sonra kopuşlar oldu. Biz Aydınlıkçılar bir noktadan sonra bu işin halk savaşıyla hallolacağını, darbeyle olmayacağını anladık. Deniz’lerin içinde de iki eğilim vardı. Bir grup başta darbeyi düşünürken daha sonra halk savaşıyla devrim metodunu kabul etti. Ama darbeciliği savunmaya devam edenler vardı. Zaten o darbecilik nedeniyle de yargılandılar. Mesela, Ali Kırca’ların bulunduğu deniz subayları, Mihri Belli davası, Doğan Avcıoğlu… Ama herkes bu çizgide değildi, kopuşlar da oldu. Deniz Gezmiş’ler darbeci miydi diye sorarsanız, bence değildi. Bizim içimizde de, Deniz Gezmiş hareketinin içinde de darbeci fikirler vardı. Süreç içinde hem devletle çatışma nedeniyle hem de ordunun rolü konusunda kafalardaki şüpheler yüzünden kopuş başladı. Darbeci kalanlar a vardı.
Ve onların 9 Mart girişimi başarısız oldu 71’de ve rüzgar bir süreliğine tersine döndü…
12 Mart 1971 askerî; darbesi, solu ezemedi. Askerler siyasete müdahale ettiler ama parlamentoyu kapatmadılar. Parlamento da bir süre sonra kendini toparladı ve darbecileri tasfiye etti. 73 seçimlerinde MSP-CHP koalisyonuyla aslında darbeciler yenilgiye uğradı. Faruk Gürler, cumhurbaşkanı adayı oldu. Meclis askerlerin adayı olduğu halde Gürler’i seçmedi. İrade gösterdi ve Türkiye’de tekrar parlamenter rejim egemenliği başladı. Türkiye, sağ-sol girdabına yeniden girdi. Sol kuvvetler kitleselleşti. Bütün Anadolu’ya yayıldı. CHP yüzde 40’lara yakın oy alıyordu ama sosyalistler de Anadolu şehirlerinde etkinlerdi. Tabii bu arada Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki çatışma şiddetlendi. Aralarında sınır, hegemonya çatışmaları vuku buldu. Çin, Sovyetler Birliği’ni dünyanın en tehlikeli emperyalist gücü ilan etti. Bu tabii Türkiye’deki sosyalist harekete de çok çatışmacı bir şekilde yansıdı.
80’lere geldiğimizde ne durumdaydı sol hareket?
70’lerdeki kavgada sol içinde şiddet, meşrulaştı. Bu durum 80 askerî; darbesine kadar gitti. Yani sol, sağla silahlı mücadele içerisinde şiddeti meşru gören bir yere geldi. Bu arada Kürt hareketi başladı. Başlangıçta aslında daha çok şiddet yanlısı olmayan bir hareketti. PKK’lı olmayan Kürtler, Diyarbakır ve Ağrı belediye seçimlerini kazanmışlardı. Yüzde 60’ların üstünde oy almıştı. Mehdi Zana’yı hatırlayın. Kürt hareketi de kendini meşru zemin içinde geliştirebilecekti ama bu iç çatışma ortamı ve arkasından gelen 12 Eylül askerî; darbesi bir anda solu şiddetle daha çok iç içe sokan ve solun şiddeti meşru görmesine yol açan yeni bir süreci beraberinde getirdi. Kürt hareketi de sonunda şiddete yöneldi ve şiddet Kürtler içinde kuvvetli bir hâle gelmeye başladı. Tabii o zaman solun şiddetle hesaplaşması yerine solun şiddeti meşru görmesi ve şiddete teslim olması şeklinde bir dönem yaşandı.
Peki sol bu dönemle yüzleşti mi sizce?
Belki de şimdi hesaplaşmaya başladığımız mesele bu, yani solun şiddetle imtihanı. Darbecilikten çok şiddet… Çünkü darbecilik de şiddetin bir parçası. Geçen bir gazeteci arkadaşım Halil Berktay’a tepki gösterirken solun şiddetle bir ilişkisi kalmadığını söylüyor. Halbuki darbecilik de şiddet. PKK’ya sempatiyle bakmak da şiddet. Türk solunun önemli bir kısmı PKK şiddetini ve askerî; darbeciliği meşru görüyor. Bunları gördüğün zaman şiddetle ilişkin var demektir. Küçük sol gruplar var ‘dağa çıkacağız’ diyen, onların o kadar önemi yok. Esas solun büyük kitlesi darbeciliği meşru görüyor ve Kürt hareketini PKK ile özdeşleştiriyor. PKK şiddetini meşru kabul etmek ‘bu olmazsa olmaz kardeşim’ demek çok kuvvetli bir şekilde sol içinde varlığını sürdürüyor.
Soldan bir iktidar yürüyüşü bekliyor musunuz?
Şimdi bir potansiyel yok. Ama bu yarın olmayacak demek değil. Çaresizliklerden çok şey doğar. Düşünebilir miydiniz, Erbakan’a kafa tutacak daha liberal bir İslami hareket çıkacak da, silip süpürecek Türkiye’yi. Öte yandan bizim eğitim sistemimiz ve otoriter toplumsal ilişki biçimimiz. Kitaplar hâlâ milliyetçi ve militarist. Bu çocukların beyni yıkanıyor. Bu ortamda liberal demokrat, özgürlükçü bir duruş nasıl gelişecek?
70’lerdeki solun şiddetle ilişkisinin PKK’nın doğuşuna nasıl zemin oluşturduğunu anlattınız. Şimdi de PKK’nın şiddetle ilişkisi solu etkiliyor, öyle mi?
Somut bir durum söz konusu. BDP’nin içinde Türk solundan isimler var. Bu bir işbirliği. Bu işbirliği aynı zamanda PKK hareketiyle dolaylı bir ilişki anlamına geliyor. BDP’nin aynı temelden kaynaklandığını kimse inkâr etmiyor. PKK şiddeti konusunda Türk solu içinde tartışma devam ediyor. Bana kalırsa esas mesele PKK. Yoksa Türk solunun kendi başına Batı’da “dağa çıkacağız, devrim yapacağız” demesinin kıymeti yok. Türk solunun önemli kesiminin PKK şiddetini meşru gören ve anlamaya çalışan bir çizgide gittiğini görmek gerekiyor.
PKK şiddetini meşru görme gerekçesi herkes için aynı değil herhalde?
PKK konusunda solun iki tavrı var. Başından beri PKK’ya sempatiyle bakan ve milliyetçi olmayan bir Türk solu var. İkinci olarak son dönemde Ak Parti’ye düşmanlık nedeniyle, PKK ile Ak Parti arasındaki gerginlikte “Ulan gitsinler Ak Parti’ye darbe vursunlar “ diye düşünüp de kendisi geçmişte milliyetçi olduğu halde bugün PKK’ya destek verenler de var. Eskiden PKK’ya karşı düşman bir dil kullanan bazı solcuların, Kemalistlerin Ak Parti’ye olan öfkeleri nedeniyle PKK’yı geçmişe göre daha sempatiyle karşıladıklarını hissediyorsun. Ak Parti hegomonyasına karşı öfkesi artan solun bazı kesimleri, “PKK da olsa vursun bunlara bir darbe” diyor. “PKK’dan başka direnecek güç kalmadı.” diyor. Asker teslim oldu, yargı teslim oldu, CHP teslim oldu, geriye kim kaldı. PKK…
Siyasi cinayetlerde devlet parmağı aramak meselesine ne diyorsunuz?
Aramak değil neredeyse kesin olarak bildiklerim var. Mesela, Abdi İpekçi cinayeti… Doğan Öz cinayeti… Adam itiraf etti, mahkeme idam cezası verdi. Dosya Yargıtay’a gitti. Yargıtay Başsavcısı onaylanmasını istedi. Yargıtay 4. Ceza Dairesi de onayladı. Herhalde birisi devreye girdi, aynı savcı kendi tastik ettiği kararın düzeltilmesi için itiraz etti.
90’larda laik siyasi cinayetler (Uğur Mumcu vs), Madımak gibi büyük provakasyonlar var ve sol buradan çıkan siyasete sahip çıktı sonrasında. Ne dersiniz?
Bugünden geçmişe baktığınızda bir derin devlet operasyonunun başarılı şekilde yürütüldüğü görülüyor. Bu derin operasyonlarda birçok gücü kullandılar. İslami kesimi de kullandılar. Madımak’ta onların günahı yok mu? Yükselen İslami hareketi önlemek için tezgâhlar kuruldu ve İslami kesim de bu tuzağa düştü. Aydınlanmamış bazı siyasi cinayetler derin devlet operasyonudur. Ama Uğur Mumcu cinayetinde İran’ın tamamen bu işte sıfır etkisi olduğu kanaatinde değilim. Aydınlatılmadı, bir şey de diyemem. İç kamuoyundaki propagandası “Türkiye laiktir, laik kalacaktır.” oldu. Ben zamanında Erdal İnönü’ye sormuştum “Sivas katliamına devletin uzun süre müdahale edememesini nasıl yorumluyorsunuz?” diye. O da “Ben de merak ettim, sordum MİT yetkilisine.” dedi. Bazı dönemlerde bazı hareketlerin gazını almak için bazı şeyler serbest bırakılır. İslami hareketin yükselişini gördük, onu kışkırttık, bir tezgâhın içine düşürdük demek istiyor. Artık bütün bunları çözmesi gerekenler iktidar koltuğunda oturan insanlar. Eğer derin devlet yaptıysa kozmik odaya girsinler, artık başka şikâyet edecek makam kalmadı