ABDULLAH AYMAZ
“Evet iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefahate düşmeye namzeddir. Bu zamanda israflara vesile olacak para çok pahalıdır. Karşılığında bazan haysiyet, namus, rüşvet alınıyor. Bazan dini mukaddesat mukabil alınıyor, sonra uğursuz bir para veriliyor. Demek manevi yüz lira zarar ile maddi yüz paralık bir mal alınıyor.”
Bir de bütün dünyada, açlıktan ölenler, fakirlik yüzünden din değiştiren Müslümanlar, iftar ve sahurda yiyecek bir ekmek bulamayanlar var. Onun için de Üstad Hazretleri şöyle diyor: “Hem bu fakirlik ve zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların elemlerinden vicdan sahibi insanlara, insaniyet damarıyla duyulan şefkat vasıtası ile gelen acı ve kederler; o gayr-i meşru bir surette kazandığı para ile aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor. Böyle acip bir zamanda şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lazım.”
İktisat ile hisseti (cömertlik ile pintiliği) biribirine karıştıranlar için, Üstad Hazretleri, bir misal getiriyor: Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, çarşıda alış-verişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin vesilesi olan emniyet ve istikameti korumak için şiddetli münakaşa etmiş. Bir sahabe bunu bir cimrilik sanarak peşine düşmüş. Baktı Hz. Abdullah, evinin kapısında bir fakir gördü, ona bir şey verdi. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıkarken başka bir fakire de birşeyler verdi. Uzaktan bakan sahabe gidip o fakirlere sordu. Onlar “Hz. Abdullah bize birer altın verdi” dediler. Hayrete düşen bu sahabe gidip bunun sebebini Hz. Abdullah’a sordu. O da cevaben dedi ki:”Çarşıdaki vaziyet, iktisaddan, aklın olgunluğundan ve alış-verişin esası ve ruhu olan güven ve sadakatin muhafazasından gelmiş bir haldir, cimrilik değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatindan ve ruhun kemalinden gelmiş bir haldir. Ne o cimrilik, ne de bu israftır.” Zaten “Müstehak olanlara verilen hayır ve ihsanlarda israf olmadığı gibi’ israfta da hiçbir hayır yoktur.” (İmam-ı Azam)
“Kimse Yok Mu?” görevlileri Afrika’da verilen iftar yemeklerinde o fakir insanların hurmaları yemediklerini, sahurda yiyecek birşeyleri olmadığı için onları da gecede yemek istediklerine şahit olduklarını üzülerek ifade ediyorlar. Ne acıklı hikayaler ve hatıralar var ki; insanın içi dayanmıyor. Bunların hepsi, İzzet-i İslamiye ve namus-u milliyenin derin yaraları… Onun için cehaletle, fakirlikle, tefrika ile savaşmak için açılan okulların ve “Kimse Yok Mu?” gibi kuruluşların önünü kesmek, insanlıkla ve Müslümanlıkla asla bağdaşmaz.
Et dağıtımında iki yıl üstüste görev alan bir Doktor ablamız bize bir hatırasını anlatıyor:“Kurban bayramında bir bölgede kurban eti dağıtıyorduk. Bir çadıra girdim; ‘Size et getirdik, bayramınız kutlu olsun’ dedim.“İ̇çeriden mütebessim ç̧ehreyle cevap veren kadın dedi ki: ‘Tam vaktinde geldiniz. Geç̧en sene vermiş̧ olduğunuz etimiz de dün bitmiş̧ti. Allah sizden razı olsun.’
“Ben çok şaşırmıştım, bir yıl önce verilen 8-10 kilo et, Sudan gibi sıcaklığ̆ın 45 derece olduğu bir ülkede nasıl dayanabilirdi? Sonra olayın aslını öğrendik. İ̇nsanlar, verdiğimiz eti ağaç dallarına ince ince keserek asıyorlar, kavurucu sıcakta birkaç saat iç̧inde kuruyan eti sarımsak havanında dövüyor ve karabiber şekline getirerek bir kaba koyuyorlar. Onu bir yıl boyunca, suyun içine birer çaykaşığı katarak et suyu çorba yapıp değerlendiriyorlardı.”
Keşke her yıl daha çok kurban götürebilsek, oralarda yolumuzu gözleyen kardeşlerimize daha çok faydamız dokunsa…