Müslümanlar, olaylara tevhid anlayış ve inanışıyla bakmak zorundadır. Bu inanışa göre Allah’ın izni olmadan hiçbir zerre hareket etmez. İnsanların başına gelen hayır-şer her şey O’nun emriyledir. “Allah semâyı yükseltti ve mizanı (ölçü ve dengeyi) koydu.
(Onun için siz de) taşkınlık yapıp ölçüyü ve dengeyi aşmayasınız. Tartıyı tam olarak, hakkaniyetle ve adaletle yerine getirin ve ölçüyü-dengeyi bozmayın.” (Rahman Sûresi, 55/ 7-8-9) âyetleri göklerdeki ölçü ve denge ile insanlar arasındaki hakkaniyet ve adaletin büyük ve hassas bir irtibat içinde olduğunu ifade ediyorlar.
Hz. Şuayb Aleyhisselam, yoldan çıkmış, şirke düşmüş ölçü ve tartıda hile yapıp zulüm ve haksızlığa sapan kavmini, doğru yola davet ediyor; “azabı ile kendilerini çepeçevre kuşatacak bir belâlı gün”den bahsediyor. Onlar bu yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet gelmesinin alâkasını bir türlü anlamıyor, inkâr ediyor ve “Ey Şuayb! Atalarımızın tapa geldiği ilahlarımızı terk etmemizi ve mallarımızda dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?” (Hud Sûresi, 11/ 87) diyerek bir de dalga geçiyorlar. Sonra da olan oluyor: “Korkunç bir çığlık, bir patlama yakalayıverdi de (hiçbir kurtuluş imkânı bulamadan) oldukları yerde yüzüstü kapaklanıp gittiler. Sanki bir zamanlar bolluk içinde orada hiç yaşamamışlardı!..” (Hud Sûresi, 11/ 94- 95)
Bilelim ki bu ikazlar aynı zamanda bizleredir. Birileri bize haksız olarak bir şey de söylese bizim de önce bir durum muhakemesi ve bir muhasebe yapmamız gerecektir. Çünkü Allah izin vermeseydi bizim hakkımızda hiç kimse böyle bir şey söyleyemezdi… Öyleyse şöyle düşünmemiz lazım:
Birisi bize “câhil” demiş ise öyle olmadığımız halde bu kişi söylemiş ise demek ki, bunu söylemeye Allah izin veriyor. Öyleyse benim daha çok kitaplar arasında gayret göstermem gerekiyormuş… Eğer böyle bir muhakeme ve muhasebe yapmadan biz de ona “echel” dersek, o bu sefer babanı da karıştırıp “echel oğlu echel” der. O zaman iş birtakım dört ayaklıların mücadelesine döner. Esas işimizi ve insanlığa vereceğimiz mesajımızı ayaklar altına atmış oluruz.
Birisi bize “riyâkâr” dedi. Demek ki, biz Allah’a karşı tam samimi ve ihlaslı olamamışız; daha iyi ne yapabiliriz acaba demeliyiz.
Talebenin ruhunu Cenab-ı Hak, rahmet eliyle Kendisi alırmış. Talebe demek, öğrenmeye tâlip, öğrenmeye devam eden, ne kadar bilirse bilsin, öğrenmeye ihtiyacım var diye düşünen demektir. Bizler Kur’an talebesiyiz. Kur’an-ı Kerim’i, tefsirlerini, hakikatlerini her zaman didik didik etmeye, mütalaa ve müzakereye muhtacız.
Evet başkalarını suçlama yerine, bize ait kusurlar nerede deyip kendimizi gözden geçirmemiz lazım. Bilhassa çokça duaya sarılarak mümin kardeşlerimiz hakkında, “Allah’ım, vifak ve ittifak ver. Allah’ım, yanlış yaptırma. Allah’ım, onlara da bizlere de istikamet, basî;ret ve samimiyet ver. Allah’ım kalblerimizi te’lî;f buyur, gönüllerimizi duru eyle; birbirimizin enî;s ve celî;si olalım; birbirimizin ayıplarını araştırmayalım; bizlerden hased, kin, nefret ve öfke duygularını al.” diye dua edelim.