DOÇ.DR. SALİH YÜCEL
Yıl 1999’un Ağustos’unun
ortası. ABD de okulların açılmasına iki, uç hafta var. Eyaletin
birinde bir bina kiralanmış, tamirat devam ediyor. Hedef okulun Eylül’de
açılması. 28 Şubat rüzgârı çok kuvvetli esiyor.
Fakat hakiki imanı olan için
her muhalif rüzgâr, yeni bir güç kaynağı ve idealini gerçekleştirmek için bir
azot. Türkiye’de olan deprem, herkes gibi, hepimizi çok üzmüştü. Namazdan sonra
Hocaefendi ile öğle yemeğinde beraberiz. Tam o esnada okulun açılmasıyla meşgul
beyefendi geldi. Ve Hocaefendi hemen okul inşaatı zamanında bitecek mi? diye
sordu. O da; “Anlaşma yaptığımız şahıs sözünde durmadı, İnşaat en erken iki ayda
biter ve dolayısıyla okul bu yıl maalesef yetişemeyecek gibi” diye cevap verdi.
Hocaefendi çok üzüldü ve; “ Hemen geriye dön, oradaki bütün arkadaşlar ölesiye
çalışsın. Ne yapıp edip okulu bu yıl eğitime yetiştirin “dedi. Dokuz saatlik
yolculuktan gelen arkadaş, vakit namazını eda edip, o yorgun haliyle, inşaatı
yetişmeyecek olan okulun yolunu tuttu.
Hocaefendi uzun üzüntüsünden olmalı ki,
günkü rutin programlarını çok kısa ve sohbetlerini yapmadı. O gün, şuanda
kaldıkları kampta, sadece iki katlı ve altı odadan oluşan tek bir ev var. 28
Şubatçıların o dönemde söylediği ve ne yazık ki, bugünkü haset ehlinin de o
yalan geleneğini büyük bir iştahla sürdürdüğü Hocaefendinin ‘kırk odalı sarayı”
diye uydurdukları karalama ve iftiralar da son hızıyla devam ediyordu. Bir
taraftan kalmak için altyapı imkansızlıkları, diğer tarftan da yoğun bir
misafir trafiği mevcuttu, her zamanki gibi… Hatta odalar gelen misafirler ile
dolu olduğu için, ben bir battaniye ile çatı katında, yerde kendime ancak
yer bulabilmiştim. İki katlı evin inşaatında imkânsızlıktan ses yalıtım
kullanılmadığı için duvarlara ses geçiriyordu. İkinci katta kendime yer
bulduğum yer de, Hocafendi’nin küçük odasına yakın mesafedeydi. Gecenin
çok ilerleyen saatlerinde, Hocaefendi inlemeleri ile uyandım. Dua,
hıçkırık ve inlemeler birbirine karışıyordu. Söyle ifade etsem mübalağa etmiş
olmam; Bir insanın aynı anda dört çocuğu trafik kazasında gözlerinin önünde
kaybeden bir annenin, ağlaması ve inlemeleri gibi adeta… Bu tablo beni
hayli etkiledi. Kendi kendime “ Tembel adam bari kalk abdest al, iki rekât
namaz kıl ve bu dualara iştirak et bari ” dedim.
Ertesi sabah namazdan sonra
misafirleri uzak bir yere götürmem gerekiyordu. Abdest alıp iki rekât namaz ve
kısa bir duadan sonra uyumak istedim. Fakat Hocafendinin ağlama ve inlemelerini
duydukça kalbim duracak gibi oluyor. Beşeri zaafıma mağlup olup dayanamadım
çatı katanın en arka kösesine gidip uyudum. Hoca Efendi sabah namazından sonra
yaptığı mutat risale dersini rahatsızlığından dolayı yapamadı ve odasına
çekildi. Orda görevli arkadaşa sordum: ‘Gece sabaha kadar uyuyamadı’ dedi.
Sonradan öğrendim. Hocaefendi 14-15 yaşlarında iken “Allah’ım beni
İbrahim (AS) gibi çok ağlat ki avvah olayım, o kadar ahlaki Yakup (AS) gibi
gözlerim ama olsun” diye dua etmiş. O gün bu ümmetin dertlerine, insanlığın
karanlıkta kalmasına hep ağlar. Bazen ağlamalar onu bayıltır.
Bu arada okulun derdiyle ilgilenen o
arkadaşlarımızın gayreti, hocaefendinin ıstırabı ve Allah’ın inayetiyle
inşaatında sıkıntı çıkan okul eğitim sezonuna yetişti. Sonradan ilgili arkadaşı
arabası ile getirip götüren kişi “ eve dönünceye bizde dua edip göz yaşı
akıttık” dedi.
Peki okul nasıl mı açıldı? Konuyu kendi
aralarında istişare ederken birisi sınıf şekline dönüştürülmüş ve kiralana
bilinen otobüslerden dört tane otobüs kiralamış. Okulun bahçesinde yaklaşık yüz
öğrenci ile eğitime başlamışlardı. Iki ay sonra da binaya taşınarak, eğitimini
asıl binalarda sürdürdüler. İşte bugün Amerika’da bulunan ve birilerinin diline
doladığı onlarca okulun temeli böyle, fedakarlıklarla ve tabir yerindeyse
gözyaşı, ter, emek ve fedakarlıklarla atıldı.
Evet, Hizmetin her müessesinin kurulmasında
fedakârlık, çile, ıstırap, göz yaşı ve inlemeler var. Ehli haset gasp ediyor,
satlığa koyuyor. Bin bir emekle kurulan bu müesseseleri gasp edilip, peşkeş
çekilmesinin karşılıksız kalacağını düşünüyor musunuz? Allah’ın inayet ve
keremi ile bu müessesler asil fonksiyonlarını gelecekte, şimdikinden daha büyük
hizmetler edecek. Ama onun bir şartı var. Sydney’de bir arkadaşa “hala
koşturuyor musunuz?” diye sorulunca, o da “evet, çünkü durursam
ölürüm” diye cevap vermiş. Aynen öyle. Durduğumuz zaman ne ehli küfre ne de
ehli hasedin makyavelist kılıcına gerek var, zaten ölmüşüz.
Ama şartalar ne olursa olsun elimizden
geleni yaparsak, o zaman Nemrut ateşi gül bahçesine, baskılar fütuhata,
zulümler cennette tatlı hatıralara dönüşür. Çünkü bu yolun kaderi hep böyle
olmuştur ve de böyle olamaya devam edecektir. Ne mutlu dişini sikip aktif
sabırla bu yolda küheylan gibi koşturanlara…