Nuh Gönültaş aslında 17/25 öncesinde cemaatin önde gelen bazı isimleriyle ciddi sorunlar yaşamış, kavgalar etmiş, fikir ayrılığına düşmüştü. Buna rağmen, malum süreçte kırgınlıklarını kenara atarak, havuz kanallarına çıkıp, hukuksuzca mağdur edilen cemaat mensuplarının hakkını savunmaktan hiç geri durmadı. Hatta iki ayrı tartışma programında gösterdiği sert tepkiler, haksızlıklara ve hakaretlere isyanı gündem oldu, günlerce tartışıldı.
BAHADIR POLAT-KRONOS7.NEWS
Onunla ilk tanışıklığımız, Zaman’ın Meclis’teki o küçük bürosunda olmuştu. Sanırım 1994 yılıydı. ‘Bırakın bizimde bir Jirinovskimiz olsun’ başlıklı yazısı epey ses getirmişti.Merakla okumuştum bende. Zaten yazılarındaki kendine özgü rahat üslubu çok dikkatimi çekiyordu. Başlığı ve içeriği hala hatırımda olduğuna göre, en fazla da bu yazıyı beğenmişim demekki. Zaman’ın genç, sıradışı ve gelecek vaat eden yazarlarındandı. Nuh Gönültaş’tan bahsediyorum elbette. Hayatı boyunca elinden bırakmadığı kalemi zorla elinden alınan, bir yıldır Silivri’de zindanında çile dolduran Nuh Abi’yi anlatacak bu yazı. Lakin onu anlatmadan önce, onunla ilk karşılaşmamızın ilginç öyküsünden bahsetmek istiyorum.
Gazeteciliğe meraklı bir iletişim öğrencisi sıfatıyla ziyaret etmiştim Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni. Meclis’e ilk gidişimdi ve bana fırsatı sağlayan Tamer Korkmaz’dı. O yıllarda yazılarını büyük keyifle takip ettiğim, mesleki becerilerine hayranlık duyduğum Korkmaz’ı bir kaç kez meraklı bir okuru sıfatıyla aradığım da olmuştu. Her seferinde beni nezaketle karşılamış, yorumlarımı sabırla dinlemiş ve ilgimi görünce en sonunda Meclis’e de davet etmişti.
Güzel bir mayıs gecesiydi. İzmir, baharı çoktan uğurlamış, yaz halini bütün cömertliğiyle sergilemeye başlamıştı. Eski otogardan kalkan Ankara otobüsüne bindiğimde seyahat planım beni fazlasıyla heyecanlandırıyordu. Zira Ankara’da Tamer Korkmaz dışında hayranlık duyduğum başka yazarlar da vardı. Yine birkaç kez telefonla aradığım Zaman Başyazarı Fehmi Koru, o yıllarda Rejim ve Asker kitabıyla büyük ilgi gören, sıra dışı akademisyenlerden Dr. Hikmet Özdemir ve nihayet Hürriyet Gazetesi’nin merhum liberal demokrat yazarı Yavuz Gökmen, ziyaret listemde yer alıyordu. O dönemin bu kadar önemli kalem erbabı, nasıl bir iletişim öğrencisine rahatlıkla randevu verebiliyordu bunu şu anda anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Ya ben çok yüzsüzdüm, ya onlar çok mütevazı. Muhtemelen ikinci ihtimal geçerliydi ama sebep her ne olursa olsun, 90’larda hayatımızda ‘eski Türkiye’ gerçeği vardı. Bütün sıkıntılarına, bütün eksikliklerine rağmen, daha mütevazı ve daha medeni bir ülkeydik…
Ankara yolunda ilk şoku otobüste yaşamıştım. Yan koltuğumda seyahat eden bey biraz sohbetten sonra, ‘madem öğrencisin, bu güzel mevsimde ne işin var Ankara’da. Gitsene Güneye, Antalya’ya, şimdi plajlar cıvıl cıvıl olmuştur’ demişti. Ne diyeceğimi bilememiştim! Ona uzun uzun gazetecilik merakımdan, yazarlarla randevumdan, ideallerimden bahsetmedim tabi. İzmir’de bulamadığım ders kitaplarını almak için mecburen gittiğimi söylemekle yetinmiştim. Onun gözünde genç olmak sadece eğlenceyle eş anlamlıydı belki ama benim motivasyonum daha çok gazetecilik ve yazarlık üzerineydi.
İşte o seyahat, her ne kadar küçük bir kültür şokuyla başlamış olsa da, benim düşünce dünyamın rotasını çizdi diyebilirim. Önce Fehmi Koru’ya uğramıştım. Zaman’ın Kızılay’daki temsilcilik ofisinde bana vakit ayırıp, Taha Kıvanç müstearıyla yazdığı gezi yazılarından oluşan kitabını imzalamıştı. Dr. Hikmet Özdemir’i ise evinde ziyaret etmiş ve Türkiye’nin geleceği, demokrasi sorunu, askerin siyasete etkisi gibi güncel konular üzerine aklıma gelen bütün soruları sormuştum. Hikmet Hoca her soruma sabırla cevap vermiş ve ayrılırken, hala kitaplığımda bulunan Bernard Lewis’in, ‘Modern Türkiye’nin Doğuşu’ isimli kitabını hediye etmişti. Ankara’daki diğer randevum Hürriyet Gazetesi’ndeydi ve merhum Yavuz Gökmen’in ofisinde yaptığımız uzun görüşmeyi hayatım boyunca unutamadım. Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a en yakın gazetecilerden Yavuz Gökmen, onun ölümünden sonra, ‘Özal Yaşasaydı’ adlı bir kitap kaleme almıştı. Kitap, Özal’ın kalp krizinden kurtulduğu kurgusuyla başlıyor ve kafasındaki projeleri uyguladığı bir Türkiye’nin geldiği (geleceği) noktayı nefis bir uslüpla anlatıyordu. O kitabı iki saatte okuyup bitirdikten bir hafta sonra Yavuz Gökmen’in ofisinde onunla oturup sohbet edebilmek, bir iletişim öğrencisi için paha biçilmezdi.
Ankara seyahatinin en verimli bölümünü elbette Meclis ziyareti oluşturmuştu. Tamer Korkmaz Meclis büroda beni Nuh Gönültaş ile tanıştırmıştı. O kısa ziyarette Gönültaş’ın her gazeteden muhabir ve yazarlarla kurduğu diyaloglara, samimiyete ve esprili kişiliğine şahit olmuştum. Zaman’ın çıkış yıllarıydı ve gazete hala, ‘tersten okununca Namaz oluyor dimi’ seviyesinde bir algıya sahipti. Gönültaş, hem dindar olup, hem de iyi gazetecilik yapılabileceğini ortaya koyan bir figür gibi gelmişti bana. Sezen Aksu’nun o muhteşem bestelerini (ki o yıllarda Sezen dinlemek bizim mahallede hiç de hoş karşılanmazdı) ne kadar sevdiğini anlatmıştı. Onunla sohbet etmek, biraz meslekten, biraz hayattan konuşabilmek kendimi iyi hissettirmişti. Üstelik sadece 28 yaşındaydı. O yaşta, ulusal gazetede yazar olabilmesi, gazetenin bu fırsatı ona vermesi heyecan vericiydi. Elbette Jirinovski yazısını da tartışmıştık. SHP’nin Sivas milletvekili ve insan hakları komisyonu üyesi Azimet Köylüoğlu o dönem Meclis’in en renkli ve en sivri çıkışları yapan milletvekiliydi. Gönültaş onda biraz, Rusların sivri dilli politikacısı Jirinovski tadı bulmuş ve ikisini karşılaştıran bir yazı kaleme almıştı. Girişte bahsettiğim Jirinovski meselesinin ilham kaynağıydı Azimet Köylüoğlu.
Nuh Gönültaş, genç yaşında başladığı yazarlık hayatına hiç ara vermedi, ta ki Silivri günlerine kadar. Sanırım 2003 yılıydı, Zaman’dan ayrılarak, Tercüman Gazetesi’ne transfer olmuştu. Gazetenin Bugün’e dönüşmesinden sonra, 2015’teki kayyım kıyımına kadar yazmaya devam etti. Yazılarında hiç vazgeçmediği özgür çizgisi zaman zaman başını çok ağrıttı. Eleştirel aklı her daim devredeydi. Kendi mahallesinin bile sinir uçlarına dokunmaktan imtina etmezdi. ‘Bunu yazarsam bana ne derler, acaba işsiz kalır mıyım’ duygusuna kapılmadan, muhafazakar bir camiada yazar olarak kalmayı başarması bile, onun farkını ortaya koymaya yeter aslında. Sivri ve muhalif kalemiyle başına epey iş de açtı haliyle. Köşe yazılarında değindiği konulardan dolayı hem Zaman’da, hem de Bugün’de yazılarına ara vermek zorunda kaldığı olmuştu. Patronlar, yöneticiler onu uslandırmayı başaramayınca bir süre susturmayı tercih ederdi. Buna rağmen çizgisini hiç bozmadı, suya sabuna dokunan yazılar yazmaya devam etti.
Nuh Abi, 1 Kasım 2017’de gözaltına alınıp tutuklanıncaya kadar yazılarına, kurucusu olduğu haber portallarında devam etti. İşsiz kalsa da kalemini hiç yere bırakmadı. Malum süreçte hakkında ilk gözaltı kararı verildiğinde Moskova seyahatindeydi. Havuz paçavralarında, ‘cemaaten ilk kaçan Gönültaş oldu’ haberlerinin daha mürekkebi kurumadan geri geldi. Metrobüse binerek Çağlayan adliyesine gitti, savcı serbest bırakınca yine aynı yolla geri gelerek yazısının başına oturdu.
Nuh Gönültaş aslında 17/25 öncesinde cemaatin önde gelen bazı isimleriyle ciddi sorunlar yaşamış, kavgalar etmiş, fikir ayrılığına düşmüştü. Buna rağmen, malum süreçte kırgınlıklarını kenara atarak, havuz kanallarına çıkıp, hukuksuzca mağdur edilen cemaat mensuplarının hakkını savunmaktan hiç geri durmadı. Hatta iki ayrı tartışma programında gösterdiği sert tepkiler, haksızlıklara ve hakaretlere isyanı gündem oldu, günlerce tartışıldı.Nuh Gönültaş elbette bu esaretten kurtulacak, yine suya sabuna dokunacak. Sivri dili ve kıvrak kalemiyle hem kendi mahallesi, hem de başka mahallelerdeki haksızlıklara yine isyan edecek.