Ne gariptir ki Kur’an’ın gündeminde ilk sırayı alan konular, müminlerin gündeminde son sıralarda yer alıyor. Rabbimiz en çok iman, namaz, dua, zikir ve tebliğ üzerinde durur. Ancak Müslümanlar imanı önceleyip derinleşmek yerine siyaseti, savaşları, günlük olayları ve kısır tartışmaları daha çok önemser, ilgi ve heyecanla takip eder. Hatta ibadetler bile imandan daha çok ele alınır, daha fazla gündeme getirilir.
İslâmî ilimlerin yer aldığı kitaplarda bile iman konusundan çok kısa bahsedilir, diğer konular uzun uzun anlatılır. Örnek olarak siyer ve ilmihal kitaplarına bakılabilir. Siyer kitaplarında öncelik savaş ve diğer olaylara verilirken, ilmihallerde iman konusu kısaca işlenir, ibadet ve muamelât üzerinde çok geniş durulur.
Hatta dinî kitaplarda İslâm’ı meydana getiren unsurlar sayılırken, “iman” ve “ibadet” farklı mütalaa edilir. Oysa ibadetin mânâ ve muhtevası, inancı da içine alacak kadar geniştir.
İbadetin anlamı
İbadetin en geniş manası, “Allah’ın emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmaktır.” Bu tarife göre, “Namaz kılınız” emrine uymak bir ibadet olduğu gibi, “Gıybet etmeyiniz” yasağına uyarak gıybetten kaçınmak da ibadettir. Aynı şekilde ahlâkla ilgili bir yasaktan kaçınmak veya bir emri yerine getirmek de ibadettir. Hasetten kaçınmak ve sır saklamak gibi.
Mademki ibadetin manası, “Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmak”tır; Allah’ın bütün emirlerini “ibadet” kavramı içinde değerlendirebiliriz.
Nitekim Bakara Suresinin 21. ayetindeki, “Ey insanlar, sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine ulaşasınız” emri de böyle anlaşılmaktadır. Bu ayette, “mümin, münafık, kâfir” ayırt edilmeden, bütün insanlara “ibadet etmeleri” emredilmektedir. Buradaki emri, “ibadet”in yaygın manasıyla yorumlamak, bizi yanlış bir neticeye götürecektir. Çünkü “Ey iman edenler” yerine “Ey insanlar” dendiğine göre, kâfir ve münafıklara ibadeti emretmekten murat ne olabilir?
Bu ayetin manasını İşârâtü’l-İ’câz’da genişçe izah eden Bediüzzaman Hazretleri, bunun müminler için, “ibadete devam ve sebat etmeye emir,” kâfirlere göre, “ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emir,” münâfıklar için ise, “ihlâsa emir” olduğunu belirtir.
Bu açıklamalara göre, ibadet emri içine “inanç” da dâhil olmaktadır. Yani, Allah’a ve diğer iman esaslarına inanarak, imanın artmasına, gelişmesine, kuvvetlenmesine çalışmak da bir ibadettir.
“Ey müminler, iman edin!”
Burada şöyle bir sual akla gelebilir:
“İman bir defa yapılır. Namaz ve oruç gibi ibadetler ise defalarca tekrarlanmaktadır. Bir kere iman eden kimse devamlı olarak ibadet sevabı mı almaktadır?”
Evet, bir kere iman eden kimse sürekli ibadet etmekte ve sevap almaktadır. Çünkü icmâlî (toptan) iman eden bir kimse ölünceye kadar tafsilî (detaylı) olarak iman etme yolunda ilerleyecektir. Daha doğrusu ilerlemelidir!
Niçin? Çünkü iman emrinin özünde, “inancın korunması, devamlılığı, kuvvetlendirilmesi ve geliştirilmesi” de kast edilmektedir. Nitekim Nisa Suresinin 136. ayetinde meâlen, “Ey iman edenler, Allah’a, Resulüne, Resulü üzerine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara hakkıyla iman edin” buyrulmaktadır.
Görüldüğü gibi, burada açık bir şekilde muhatap müminlerdir. Mümin ise, zaten iman esaslarına hakkıyla inanan kimse demektir. Bu durumda “iman edenlere iman etmelerinin emredilmesi” ne demektir? Müfessirlerin bu ayet hakkındaki açıklamalarından anlıyoruz ki, bu emirden maksat, “imanda devam ve sebat veya icmâlen iman edenlerin tafsilî delillerle iman etmeleri”dir.
“Tevhid, imanî bir ibadettir”
Peki, bu ayetin emrine uymak için her gün az da olsa iman mertebelerinde ilerlemek gerekmez mi?
Heyhât! Bir kere iman eden bir mümin neredeyse imanı inkişaf ettirmek için hiç uğraşmamakta, ölünceye kadar icmalden tafsile geçememektedir.
Bediüzzaman’ın bir iman ve tefekkür şaheseri olan Ayetü’l-Kübrâ Risalesindeki şu cümlesi de, “imanın da bir ibadet olduğu” görüşümüzü desteklemektedir:
“Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir farîza-i fıtriye ve bir ibadet-i îmâniyedir.”
Buna göre, Allah’a imanın daha özel ve gelişmiş bir manası olan tevhid, öyle bir ibadettir ki, önem bakımından en birinci, en yüksek, en kudsî bir vazifedir. Ayrıca insanın hiçbir rehber olmaksızın kendiliğinden yapması gereken fıtrî bir farz ve imânî bir ibadettir. Nitekim “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır” buyuran Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “imanı inkişaf ettiren tefekkür”ün hem bir ibadet, hem de en faziletli bir amel olduğunu göstermektedir.
“İmanınızı yenileyiniz”
Kur’an-ı Kerim’de doğrudan ve dolayısıyla 500 civarında ayetle “tefekkür”e dikkat çekilmesi de, onun ehemmiyetini ve ibadet oluşunu ortaya koyan en büyük vesikadır.
Demek ki iman, insanın aklı ermeye başladığı devreden ölünceye kadar bir saniye ara verilmeden devam eden, gelişmeye müsait, en mühim ve en birinci, diğer amelî ibadetlere temel olan bir ibadettir. Peygamber Efendimizin (a.s.m.), “İmanınızı, ‘Lâ ilâhe illallâh’ ile yenileyiniz” buyurması da, bu ibadetin mühim bir vasfını ortaya koymaktadır.
Bütün bunlara rağmen, iman ve ibadetin farklı anlaşılması, birinin “soyut, fikrî, kalbî” olması, diğerinin ise “somut ve fiilî” olmasından kaynaklanmış olabilir. Belki de bu yüzden namaz, oruç, zekât gibi emirler de ortak özelliklerinden dolayı “inanç”tan farklı olarak mütâlâa edilmiştir. Böyle bir sınıflandırma, hiç şüphesiz, usul bakımındandır ve bir hata olarak telakki edilemez. Ancak inancın da bir ibadet olduğunu bilmek, Müslümanların imana verecekleri ehemmiyeti ziyadeleştirecek, onun takviyesi ve gelişmesi için harcayacakları gayreti arttıracaktır.