Üç hafta aradan sonra maslahat yazıma örneklerle kaldığım yerden devam ediyorum. Bir yolculuk esnasında sahabe yemek için develerini kesmek üzere Peygamber Efendimiz’den (sas) izin isterler, o da olabilir der ve izin verir.
Hz. Ömer bu duruma daha sonra muttali olur ve develerini yemek için kesmeye duran insanlara “Bu uzun yolculukta nasıl hayatta kalacaksınız?” sorusunu sorar ve başka alternatifler üzerinde durulması gerektiğini söyler. Bununla kalmaz Hz. Ömer, gider bu düşüncesini Hz. Peygamber’e de izah eder. Allah Resulü de vermiş olduğu izni geri alır.
Halk tarafında daha çok bilindiğini zannettiğim bir misal de kurban etlerinin nasıl tasarruf edileceği ile alakalı hadisedir. Tarihi kayıtlara göre hicri 9. yılın Kurban Bayramı’na denk gelen günlerde çöllerden pek çok insan Medine’ye gelir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, “Sizden her kim kurban keserse evinde üç gün sonrasına bir şey bırakmasın, tasadduk etsin” der. Ertesi yıl “Kurban etlerinizi bu sene yiyebilir ve biriktirebilirsiniz! Geçen yıl insanların sıkıntısı vardı, bu yüzden ben sizin yardımcı olmanızı istemiştim” tembihini yapar.
Yolculuk esnasında develerin kesilmemesi de ve kurban etlerinin tüketimi de mevcut ve hali hazırda var olagelen bir problemin çözümü adına verilmiş içtihadi iki karardır. Hz. Peygamberin tasarrufları başlıklı yazılarda ele alacağımız üzere bu tasarruflar dini bir hüküm -usulde kullanılan tabirle lazımî teşrî’- değil, Allah Resulü’nün ordu kumandanı veya devlet başkanı olarak ihtiyaca binaen vermiş olduğu kararlardı ve her ikisinde de asıl gözetilen şey insanların maslahatı, yararı ve faydasıdır.
Bir misal daha verelim. Önce şu hatırlatmayı yapalım; boşama üzerinde vereceğimiz bu misal İslam’ın sistem bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gerekir. Yoksa onu bugüne olduğu gibi taşımanın yanlış ve daha da ötesi geçerli olmadığına inanıyorum. Bunu daha önce Kur’an’a göre boşama prosedürü başlıklı yazılarımda açıkça yazmıştım.
Malum o sistemde kocanın karısına bossun demesi ile boşama gerçekleşiyordu. Boşama hakkı da üç ile sınırlanmıştı. Bazıları bu hakkı bir defada kullanıyor ve “3 talakla boşsun” diyordu ve bu tasarruf hukuki sonuç doğuruyordu ama üç değil bir talak olarak kabul ediliyordu. Neden? Neden 3 dediği halde bir talakla ile boş oluyordu kadın? Bunun bir tek cevabı var; Efendimizin tatbiki bu yöndeydi. Hikmeti neydi o zaman? İhtimal kolaylık ve zorluk, mefsedet ve maslahat tercihi söz konusu olduğunda kolaylık ve maslahat istikametinde tercihini kullanan Efendimiz üç talakın sonuçlarından hareketle böyle karar vermiş olabilir. Zira üç talak ile boşanma kesin ve kat’i olarak gerçekleşiyor, taraflar birbirleri ile bir daha evlenmek istelerse kadının başka bir erkekle evlilik yapması, yeni kocasının onu boşaması veya ölmesi ve iddet müddetinin bitmesini gerektiriyordu. Bir başka tabirle üç talakla boşamanın hukuki yaptırımları oldukça ağırdı, taraflar bunu kabul ettiği takdirde de geri dönülmesi oldukça uzun zaman alıyordu.
Hiç şüphe yok ki insanlara yanlıştan dönmesi için zaman tanıma bağlamındaki bu maslahat ve kolaylık bazıları tarafından sui istimal edilmeye açıktı ve nitekim bu da gerçekleşti. Hz. Ömer döneminde gördüğümüz bu sui istimal üzerine o, üç talakı üç talak kabul etmiştir. Gerekçesi de kendisine isnat edilen ifadeyle “insanların Allah’ın kitabı ile oynamasını engellemedir.” Zira Bakara suresi 229. ayetinin mantuk ve mefhumundan çıkan manaya göre Allah üç talak ile boşamanın bir defada yapılmamasını emretmiştir.” Erkeğin sonradan vazgeçebileceği iki boşama hakkı vardır. Bir veya iki boşama sonunda koca isterse eşini iyilikle yanında alıkoyar isterse güzellikle onu serbest bırakır.” Hz. Ömer’in bu gerekçesinden anlıyoruz ki o bu ayeti emir olarak değil belki tavsiye olarak değerlendiriyor, belki nüzül şartlarında insanların maslahatı bunu gerektiriyordu ama şimdi değil diye düşünüyor ve ayetin lafzi ve mefhumi manasına aykırı olsa da üç talakla üç talak gerçekleşir diyor. Belki de şöyle düşünüyor Hz. Ömer, üç talakın geçerli kılınması halinde belki cahiliye döneminde olduğu gibi boşanmış kadınların sayısı çoğalacaktı. Bunu engellemenin en etkin yollarından biri insanın ne dediğinin ve ne yaptığının idrakinde olmasını sağlamak, yaptıkları tasarrufların bedellerini ödeyeceklerini göstererek onları dikkat ve teyakkuza sevketmekti.
Buradan rahatlıkla şu sonucu çıkartabiliriz; Hz. Ömer hem ayetin lafizi ve mehfumi manasının hem de Hz. Peygamber uygulamasının mutlak manada dini bir emir olduğunu düşünmüyor. Her ikisinin de insanların maslahatına göre farklı formatlara sokulabileceği, hukuki düzlemde bu tasarrufun yapılabileceği kanaatini besliyor ki bu kararı veriyor. Başka bir ifadeyle daha önceki bir yazıda söylediğimiz lafız, hüküm ve maksad/amaç arasındaki dengeyi nazara alıyor ve amaç doğrultusunda lafzın ifade ettiği hükümden vazgeçip onu başka bir formatta hayata taşıyor.
Pekala başarılı oluyor mu? Belki kendi döneminde başarılı oluyor, kocalar bu ağır yaptırım karşısında eşlerini boşamadan önce daha uzun boylu düşünüyor ama ilerleyen dönemlerde aynı sonuç alınmıyor. Onun içindir ki İ.Teymiye başta olmak üzere bir çok ulema Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebu Bekir döneminde olduğu gibi hukuki yaptırımlar açısından üç talakın bir talak olarak işlem görmesini istemişlerdir.
Aynı çerçevede bir başka misal de Hz. Ali döneminden verelim. Hz. Peygamberin beyanlarına göre “emanetler tazmin edilmez.” Bunun manası açık; birisine yanında durması için belli bir süreliğine emanet bir şey verdiniz. Ama o emanet, emaneti elinde tutanın kasdı olmaksızın zayi olursa ne olacak? İşte böylesi bir mesele karşısında Allah Resulü (sas) yukarıda ifade ettiğimiz hadisini beyan buyurmuş; “emanetler tazmin edilmez” demiş. Hadisin lafzi ve açık hükmü apaçık ortada iken Hz. Ali kendi döneminde tam aksi istikamette hüküm veriyor ve emanetler tazmin edilir diyor. Gerekçe olarak söylediği şey ise şu: ‘insanlar ancak bu yolla düzelebilir.” Buradan anlıyoruz ki çok kullanılan bir tabirle fesad-ı nas hayata intikal etmiş. Yani insanlarda ahlaki problemler baş göstermiş. “Nasıl olsa emanetleri tazmin etme yükümlülüğü yok” diye belki bin-bir türlü yolla muhatabını hatta mahkemeye intikal ettiğinde hakimi ikna edecek sahte delillerle, yalancı şahitlerle o emanetleri gasb etme, mülkiyetlerine geçirmeye başlamışlar. Ve Hz. Ali de hadisin zahiri hükmüne bütünüyle aykırı başka bir hükme imza atmış.
Emanetlerin tazmini hususunda Hz. Peygamber ve Hz. Ali uygulamalarına bir bütün olarak baktığımızda bir problemin insanların maslahatı çerçevesinde çözüme kavuşturulduğunu görüyoruz. Fakat asıl önemli olan Hz. Ali, insanların maslahatı adına Efendimizin bu beyanının lafzi anlamına muhalefet etmekte hiçbir mahzur görmemiştir. Çünkü esas olan lafız değil amaçtır ve hüküm o amaç doğrultusunda verilmiştir.
Maslahat ile alakalı teorik düzeyde sayılabilecek 4, örneklere ayırdığım 2 yazıdan sonra bir değerlendirme yazısı kaleme alıp bu faslı kapatacağım.