Türkiye halkı, sadece mutsuz ve gergin değil, sinir katsayısı da bir hayli yüksek.
Bunu ben demiyorum.
ABD Araştırma Şirketi Gallup’un geçen gün ilan ettiği araştırmasının bulguları bunlar.
Yani, tebessümü unutmuş memleketimin insanı.
Çehreler somurtkan ve gergin…
Suratlar asık, kaşlar ise çatık…
Açıklanan her veri, her gösterge, geri gidişi işaret ederken, yurdum insanı buradan ne tür bir mutluluk devşirebilir ki?
İşin özü, bütün dünyanın kıskanmakla bin beter olduğu ülke (!) “en az gülen” dört ülkeden biri.
143 ülke arasında sondan dördüncüyüz.
50 puanlı Türkiye’nin bir basamak altında ise Yemen bulunuyor.
En sondan ikinci sırada Beyaz Rusya yer alırken son basamakta geçen yıl olduğu gibi Afganistan yer alıyor.
İlk onun içinde mesut mutlu ve gülen tek Müslüman ülkesi ise, Endonezya.
Geri kalanların tamamı Latin Amerika ülkesi.
Gallup Küresel Raporunun iskeletini şu sorularla örgülemiş:
– Dün, iyi dinlenebildiniz mi?
– Dün, tüm gün size saygılı bir şekilde davranıldı mı?
– Dün, çok gülümsediniz ya da güldünüz mü?
– Dün, ilginç bir şey öğrendiniz ya da yaptınız mı?
– Dün, günün büyük bölümünde keyifli miydiniz?
Araştırma kapsamında, katılımcılara; bir önceki gün fiziksel acı, endişe, üzüntü, stres ve öfke duygularını yaşayıp yaşamadıkları da sorulmuş.
Duyguların her yeni hadiseyle, her an alt üst olduğu yurdumda, pozitif bir yanıt, eskilerin tabiriyle cevab-ı sevap bulmak mümkün mü yukarıda dile gelen sorulara?
MUTSUZ VE TÜM OLUMSUZLUKLARIN ÜLKESİ…
Hamile kadınların zindanlara taşındığı, bebeklerin anneleriyle beraber içerde gün saydığı bir ülke,
Güpegündüz vatandaşların kaçırıldığı, kaçırılanların sırra karıştığı, işkenceler, tacizlerin kaçırılmalarla dile geldiği bir ülke,
Korku imparatorluğunun, korkulardan kuleler diktiği, şiddetin dalga dalga yayıldığı bir ülke,
Okumuşlarının, en değerli hazine sayılan insan kaynağının ülkeyi terk etmek için bin türlü formüle sarıldığı bir ülke,
Canını dişine takanların; mayınlı tarlalar, azgın sular aşarak, ölümleri göze alarak geride bıraktıkları bir ülke,
Her türlü hileyle malların gasp edildiği, güya dışarda olanların da bin bir endişeyle gün saydığı, açık cezaevine dönmüş bir ülke,
Parası pul olmuş, gençleri işsiz, hukuku guguk olmuş, adaletin yerlerde süründüğü bir ülke,
Komşuları için endişe ve huzursuzluk kaynağı bir ülke,
Evet, böyle bir ülke…
Artık kimliğinden sıyrılmış, sakinlerinin yüzünden bin parçanın düştüğü bir ülke. Vicdan ehlinin ise, kendisi için karalar bağladığı bir ülke.
Ve dozajını her geçen gün artıran, hız kesmeden artan bir nefret dili, yeni yeni nefret objeleri…
SINIRLARI AŞAN NEFRET DİLİ
Öyle ki kıtalar aşıyor bu dil.
Sınır tanımıyor nefretin dili, Asya’dan Afrika’ya, oradan Avusturalya ve Yeni Zelanda’ya ulaşıyor.
Savaş küllerinden dostluk meşaleleri tutuşturan, bu apayrı özellikleriyle tüm dünyanın sevgisini kazanan Avustralyalılar bile Türkiye’den uzaklaşıyor.
Dünyanın öbür ucundaki Yeni Zelandalılar da…
Çanakkale; her yıl binlerce Avusturalyalı ve Yeni Zelandalıyı Anzac Günü nedeniyle ağırlıyor(du).
Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale’de hayatını kaybeden Anzac’ların torunları, 1934’ten bu yana, her yıl 25 Nisan’da bu savaşta can vermiş dedelerini anıyorlar.
Tam 85 yıldır süren bir anma…
Anzak Koyu’ndaki “şafak ayinine” katılıyor vefalı torunlar.
Avustralya ile diplomatik ilişkilerimizin temeli, 1967 yılında atıldı.
Aynı yıl Başkent Canberra’da Büyükelçilik açmış Türkiye…
Bir yıl sonra da Avustralya Ankara Büyükelçiliğini açtı.
Vatandaşı bulunduğum iki ülke arasındaki ilişkiler ne yazık ki, en kötü dönemini yaşıyor.
Bu kötüleşmenin nedeni bahsi geçen nefret dili.
Anzac’ların “Mekkesi” sayılan Çanakkale, bu sene sadece 700’ü Avustralyalı 400’ü de Yeni Zelandalı olmak üzere hepi-topu 1100 kişiye ev sahipliği yaptı.
Birkaç yıl önce, Türkiye’ye giden turist sayısı 27 binken, bu yıl ise 1100’lerde seyretmiş bu sayı. Sebep yine bu zehirli dil, kıtaları aşan olumsuz imaj…
Zehirli nefret dili, ekilen düşmanlık tohumları, bulunduğumuz mahalde kalır diye düşünüyoruz, hâlbuki günümüz dünyasında, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ gizliliğinin artık hiçbir geçerliliği yok.
Bakınız el ne ile meşgul: Bir Anzak torunu olan Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern, ülkesindeki tüm Müslümanların sevgilisi oldu.
Tüm dünya bu sevgiyle büyülendi.
Yahu, sevgiyle çoşkunlaşıp böyle bir lider olmak varken, ne diye tersine tersine gider, benim ülkemin siyasetçileri, anlayabilmiş değilim.
Hayırla yad edilmek varken, yarınlara kötü bir miras bırakarak ve de yarınlarda çok kötü anılmak için hangi kafayla güne uyanmak lazım, anlamakta zorlanıyorum doğrusu.
SAVAŞTAN DOSTLUK MEŞALESİ!
Dün bir savaştan dostluk çıkarmayı başarmıştık.
Peki, iletişim dünyasında bu dil yarası da neyin nesi?
Öyle ya…
Bundan bir asır önce, dünyanın en büyük savaşanın yaşadığı, yüzbinlerce insanın hayatını kaybettiği Çanakkale Savaşı’nda bile “Düşman Anzac”lılarla iletişim dili kurulmuştu.
Atatürk’ün Anzac analarına, neye-niçin savaşmaya gittiğini bilmeyen Anzac askerlerinin analarından ise gelen cevabi mektuplarla, Anadolu ile Kıta Ülkesi arasında “Gönül bağı” kurulmuştu.
Bugün, başta Başkent Canberra, Sydney, Melbourne ve Çanakkale’deki müze ve parklarını süsleyen bu mektuplardaki “içli sözler ve satırlar”, o dönemde temeli atılan dostluklar, günümüze ve geleceğe taşıyor.
Atatürk, Anzac Annelerine hitaben Çanakkale’nin bağrına düşen Avustralyalı askerlere:
“Burada, dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçikle yanyana, koyun, koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz.Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedir ve rahat uyuyacaklardır.Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Avustralyalı Annenin cevabı, Anadolu’dan gelen mektuptaki satırlar kadar dokunaklı ve içten:
“Gelibolu topraklarında yitirdiğimiz evlatlarımızın acısını alicenap sözleriniz hafifletti, gözyaşlarımız dindi.Bir anne olarak bir güzelim teselli verdi.Yavrularımızın sonsuz uykularında huzur içinde dinlendiklerinden hiç şüphemiz kalmadı.Majesteleri kabul buyururlarsa, bizler de size “Ata” demek istiyoruz.Çünkü yavrularımızın mezarları başında söylediğiniz sözler, ancak bir öz babanın sözleri gibi yüce.Bütün anneler adına sevgi, şükran ve saygıyla”
Mektup satırlarında görüldüğü üzere; amansız ‘Dünya Savaşı’nın, sonunda ne bir kin, ne de oğlu gurbette ölen bir annede düşmanlık hissi…
Öyle değil mi?
Keşke hiç yaşanmasaydı, olmasaydı savaşlar, her can kendi toprağında, sevdiklerinin yanı başında bu dünyayı terk etseydi.
Keşke, dün bu acımasız savaş yaşanmasıydı, bugün de; “Dedeleriniz geldiler, burada olduğumuzu gördüler, kimi ayakta kimi tabutta geri döndüler.” gibi bir iletişim faciası yaşanmasaydı,
Keşke, diplomasiden uzak, kurulan bir asır önce temeli atılan ‘tarihi dostlukları” hançerleyen bu itici üslup kullanılmasaydı.
Evet, savaş yıkımdır elbet, dili de…
Çünkü ülkeler yıkılır, aileler yıkılır, yürekler paramparça olur; bombalanır, iyilik ve güzelliğe dair ne varsa.
Anneler doyamaz yavrularına, yavrular babasız büyür.
GÜZELLİKLERİ BECERENLERİ HAYIRLA YAD EDİYORUZ
Onun için; bir savaştan dostluk meşalesini tutuşturan dünküleri, bir yıkımdan güzellikler becerebilenleri hayırla yâd ediyoruz.
Bu nedenle bugün Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern‘lerin sayısı artmalı, söz onların olmalı, herkes onlara kulak kesilmeli, yani söz iyiliğin, erdemin, doğruluğun, güzelin olmalı.
İşte o zaman topraklarımızda “çok gülen” tebessümlü çehrelerin sayısı, araştırma şirketlerinin ilk sıralarında yer alacak…
Ne diyelim?
Murad görmesin savaşlar icad edenler, savaşlara yol açanlar ve çatışmadan nemalananlar.
Ve dahi, ‘ötekileştirme dilini’ kullanmaktan vaz geçmeyen, savaş ve nefret söylemini her daim diline pelesenk eden zalimler ve tiranlar, gün yüzünü görmesin… e.cansever@yepyeni.zamanaustralia.com.au