Bir adam, bir kadın ve bir çocukla başladı bu Nebevi dava… Koca dünyada sadece üç kişiydiler… Ancak yanlarında öyle bir güç vardı ki tüm dünya karşılarında olsa önemi yoktu; çünkü Allah onlarlaydı…
İnandıkça çoğaldılar, onlar çoğaldıkça zulüm de çoğaldı. İşkence ettiler, aç susuz bıraktılar, mallarına mülklerine el koyup katletmekten de çekinmediler… Dünya dar gelince hicret ettiler ama nefret ve kinle bilenmiş karanlık ruhlar peşlerini bırakmadı. Bir şaki gibi artlarından gidip takip ettiler, yetmedi ordular toplayıp üstlerine geldiler. Tek dertleri, Allah’a inanan bu masumları yok etmekti.
Elbette davanın yüce sahibi buna izin vermezdi, vermedi de… Aynı daha önce Nuh’u, Yunus’u, Yusuf’u, İbrahim’i, Salih’i, Hud’u, Lut’u, Davut’u, Musa’yı ve İsa’yı koruduğu gibi onları da korudu. Karanlıklardan aydınlığa çıkardı, nimetleriyle donattı, verdikçe verdi…
Onlar da şükrettiler bunun karşılığında, anlattıkça anlattılar Rabb’lerini… Adını dünyanın dört bir yanına duyurmak için gecelerini gündüzlerine kattılar. Gün geldi onlardan sonra gelenler bazen yoruldular, tembellik ettiler, emanete gerektiği gibi sahip çıkamadılar. Allah da değiştirdi emanet sahiplerini, elden ele dolaştırdı liyakata göre…
Vakti geldiğinde o kutlu sancak Anadolu’nun bağrına emanet edildi. İlk sahibinin izinde nice yiğitler canları pahasına onu koruyup sahip çıktılar. Ama uğursuz bir fırtınanın ardından cehennemvari yangınlar çıktı o güzel ülkede. Kasıp kavurdu o bereketli toprakları, yaktı, yıktı, geçti… Sancak da yere düştü yalnız ve mahsun…
Yine de toprak çok münbitti, yeni fidanlar çıkardı hemen bağrından. “Zamanın en güzeli“ydi bahçıvanları… Özenle, sabırla, ilmek ilmek ördü iman ağlarını mübarek bahçeye. Onu da rahat bırakmadılar elbette, zulmettiler, hapsettiler, sürdüler, zehirlediler… Yılmadı harap bahçenin garşp bahçıvanı, en kurak topraklara bile tohumlar serpti, sonra da yeşermelerini beklemeden göçüp gitti, ardından bir mezar bile bırakmadan…
“Allah’ın fethi” yakındır inancı ve yeni bahçıvanın gözü yaşlı dualarıyla o tohumlar öyle bir yeşerdi ki bire bin verdi başaklar. Rüzgar, tohumları başka uzak diyarlara taşıdı, dünyanın her yerinde rengarenk çiçekler açmaya başladı, bahar kokuları yayıldı etrafa. Asırlık rüyalar gerçek olmaya başlamıştı sanki…
İnananların kutlu dünyasında bu güzellikler yaşanırken elbette bunlardan rahatsız olanlar da yok değildi. Karanlık ruhlu Ebu Cehiller her çağda nuru söndürme adına ellerinden geleni yaptılar. Bazen haset ettiler, bazen kin beslediler. Kimilerini makamla kandırdılar, kimini mal, mülk, servetle ve aynı ilk kutluların muarızları gibi düşman kesildiler Hak erlerine.
Güneş bile dayanamadı yapılanlara, küsüp çekildi, tekrar tutuldu ardından… Ülke karanlığa gömüldü, yarasalar inlerinden çıkıp sevinç çığlıkları atarak uçmaya başladı. İftiranın, tehdidin bini bir paraydı artık. Öyle bir kinle bilenmişlerdi ki masumlara karşı, işlerinden attılar, aç bıraktılar, hapishanelere doldurdular… İşkencelerden geçirdiler hatta öldürdüler ama bir fiskeyle bile mukabele görmediler.
Onlarsa ilk kutlunun izinde yine kah hicret yollarına düştüler kah Ashab-ı Kehf dekorlu evlerde gaybubet içinde Rabb’lerine yöneldiler dua dua… Zulümden denizleri aşarak dünyanın dört bir yanına tekrar dağılmaya başladılar, yeni sevgi tohumları ekip yeni taze baharlar getirme adına…
Geride bıraktıkları her şeylerine karşılık onlara kucak açan kardeşleri de her şeylerini onlara açtılar. Paylaştılar ekmeklerini, elbiselerini, evlerini, acılarını ve dualarını…
İlklerin gittiği yolda yaşananlar biliyorlardı ki ardından gelenlerin de karşılarına çıkacaktı. Ve yine biliyorlardı ki ilkleri yalnız bırakmayan o en büyük Yardımcı, onları da terk etmeyecekti. Elbette ışık gelip karanlığı boğacaktı çünkü bu davanın sahibi O’ydu ve O’nun davası asla kaybetmezdi.
Dertler, zulümler, işkenceler, her köşe başını tutmuş haramiler önlerine bin bir engel çıkarsa da, onlar asla davalarından dönmediler. Bazen “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye sordukları da oldu elbette ama “Allah’ın yardımı yakındır.” hitabını da hiç unutmadılar. Sadece acele ettiklerinin, biraz daha sabır ve duayla yoğrulup hizmete devam etmelerinin gerektiğinin farkındaydılar.
Havarilerin Hz. İsa’ya dedikleri gibi “Allah yolunda yardımcıların bizleriz.” deyip söz vermişlerdi. Ve İlahi beyandaki “Müslümanlar içinde öyle er oğlu erler vardır ki Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirdi. Kimi de şehit olmayı bekliyor. Fakat onlar asla verdikleri sözü değiştirmediler.” düsturuna harfi harfine uyup geri adım atmadılar.
Evet bir sözümüz var Rabb’imize ve Resulüne verdiğimiz. O’nun adını dünyanın her yerine götürmek boynumuza borç. Çöllerden kutuplara, erişilmez yüce dağlardan, yol geçmez ulu ormanlara kadar gidecek ve O’nu anlatacağız.
Bu yolda birileri ayaklarımıza dolaşsa da, şeytan ve avaneleri türlü kılık ve şekillerde yolumuzu kesmeye çalışsa da aynı başlangıçta olduğu gibi tek bir adam, tek bir kadın ya da tek bir çocuk kalana kadar durmayacak ve ümitsizliğe asla kapılmayacağız.Biliyoruz ki “Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler istemese de!”
fsemih.yilmaz@gmail.com