Çile ve ızdırapsız bir hayat; büyük çoğunluk itibâriyle aksiyon ruhundan, aşk ve şevkten, vefâ ve sadâkattan uzaktır. Çiledir toprağın altındaki tohuma, sert toprak ve taşları delerek meyvedâr ağaç olmasını sağlayan.. Çiledir anneyi, doğum sancıları içinde kıvrandıran ve neticede ciğerpâre yavrusunu kucağına aldıran..
Çile ve ızdırapdır ilim adamlarına; Allah’ın yarattığı bir canlıyı model almak sûretiyle, beyin çatlatırcasına gayretler neticesinde, uzakları yakın eden uçakları, tren ve arabaları îcat ettiren..
Çile ve ızdırabdır Hak dostu olan Allah’ın velî kullarına; gecelerini gündüz yaparak, gözyaşlarıyla hakka susamış insanların kurumuş gönüllerini yeşerten ve meyvedâr hâle getiren, âhiret hayâtını dünyâ hayâtının önüne geçiren ve gözleriyle görmüş gibi cennetü’l firdevse tâlip kılan..
Çile ve ızdırapdır mes’uliyet duygusu ve sorumluluk endişesi içinde kıvranan gönül erlerine; îmandan mahrum küfür ve dalâlete, nefis ve şeytana esir olmuş, Cehennem namzedi insanların îmanlarının kurtulması için gayret ettiren..
Ve nesillerin kafalarını ilimle, kalplerini îman, ahlak ve fazîletle donatmaları uğruna, yurdunu yuvasını, çoluk çocuğunu bırakarak muhtaç gönüllere hakîkatleri duyurabilmek adına, tanımadığı ve bilmediği ülkelere fedâkarca gitmelerini sağlayan ve ‘Allahım! Seni tanıtabilmek ve sevdirebilmek için gidiyorum’ sözünü dedirten..
Çile ve ızdırapdır yiğitleri; master ve doktorasını bitirip üniversitelerde veya şirketlerde yüksek maaşlarla çalışma imkanları olmasına rağmen, ‘Ben dünyada hizmetin olmadığı, Rabbimin tanınmadığı bir ülkeye gitmeye talibim’ diyerek gitmeye sevkeden..
Gittikleri ülkelerde, yollarına ölüm tuzakları kurulduğu, evlerinin şakîler tarafından basıldığı, ölümle tehdit edildikleri halde, yılmadan ve geriye adım atmadan ölümü göze alıp sabrettiren, fedâkarca gayretlerle bedevî kavimlerin çocuklarını medenî insanlar olarak yetiştiren kolejlerin açılmasını vesîle kılan..
Çile ve ızdırapdır fedâkar kahramanların; kara ve hava yolu olmayan, sâdece nehir üzerinden uyduruk bir kayıkla ormanların içindeki bir bedevî kâbileye, tehlikeleri göze alarak kurban ve yardım götürmelerine neden olan ..
Bu ihlas ve samimiyetle, yapılan yardımlar neticesinde onbinlerce insanın, topluca şehâdet getirip müslüman olmalarına, orada açılan okulda binlerce çocuğun medenî insanlar olarak yetişmelerine sebep olan..
Çile ve ızdırapdır Üstad’a; îmansızlığın, küfrün ve dalâletin ruhları sardığı, Allah adının ve kelâmı Kur’ân’ın yasaklandığı, bin yıllık mâzisi olan bir milletin, Allah adına hasret kaldığı bir dönemde, ömrünü hapishanelerde, sürgünlerde, rahat hayat şartlarından mahrum, sıkıntının her türlüsünü yaşatıp, ömrünün sonuna kadar hep tâkip ve kontrol altında yaşamasına rağmen hizmet ettiren..
Böylece milyonların îmanının kurtulmasına vesîle olan Risâle-i Nurlar’ı, kuş sesinden başka kimsenin olmadığı Barla dağlarında yazdıran, ‘Saçlarım kadar başım olsa, hergün birini koparsalar küfrü mutlaka bu başı teslim etmem’ ve ‘Milletimin îmânını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya râzıyım’ sözlerini söyleten..
Çile, ızdırap ve dert sâhipleri olan, samîmi, hasbî, fedâkar Hz.Üstâd ve âbilerimiz (hepsini rahmetle anıyoruz), Medrese-i Yusûfiyeleri ilim- irfan yuvaları hâline getirmişler ve milyonlarca insanın îmanının kurtulmasına vesile olmuşlardır.
Anadolu’nun ‘gavur İzmir’ diye andığı bir yerde, güneş ve ayların kaybolduğu, bir ışık emâresinin olmadığı, ırmak ve nehirlerin kuruduğu bir dönemde,muhlis bir câmi imamı olan merhum İbrahim hocamızın gördüğü sâdık bir rüyâda; Erzurum’dan çıkan bir nehir Ege bölgesi ve İzmir’e kadar geliyor, etrafını suluyor, her taraf yeşeriyor. Ne zaman Hocaefendi, İzmir’e teşrif buyurup başlattığı hizmet Ege bölgesine yayılınca, hâfızları dinleyen bu hocamız, ‘Benim rüyam gerçek oldu!’ diyerek bu rüyâsını anlatmıştı.
Hocaefendi; câmideki vaazlarıyla, akşama kadar talebelere dersleriyle irşad ve tebliğde bulunmanın yanında; odası yok, yatağı yok, aylarca merdiven altında uyduruk bir idâre odasında başını masaya koyarak istirahat eder, gece gündüz dâvâsının derdiyle ilgilenirdi. ‘Disiplin, sertlikle değil takip ile, tenkitle değil teklif ve istişâre ile elde edilir’ der ve uygulardı.
Birgün bir talebe arkadaşım, kaçak sinemaya gitmiş. Yakalanmayayım diye yurdun başka bir yatakhânesine dönmüş olmasına rağmen, Hocaefendi onu gittiği yerde yakalamış ve ‘Sen hâfızsın, hoca olacak ve örnek olacaksın’ nasihatinde bulunmuş. Arkadaşım bana bu hikâyeyi anlatmış ve şöyle eklemişti:
“Söz vermiş olmama rağmen, bir süre sonra nefsime uyup yine izinsiz sinemaya gittim. Bu defa yine yakalanma endişesiyle diğer üçüncü yatakhâneye girerken, Hocaefendi önüme çıktı ve bana sâdece , ‘hani bana söz vermiştin’ dedi. Ben de; ‘Hocam sen Allah’ın velî bir kulusun, söz veriyorum bir daha gitmiyeceğim’ dedim ve tevbe ettim.”
Çile ve ızdırap insanları; ‘kavl-i leyyin’ ile gönüllere taht kurar, hissî hareketlerle insanları kaçırmazlar. Ben idâreci olduğum dönemde birgün; nasihat dinlemeyen, arkadaşlarına kötü örnek olan bir talebe hakkında, ‘ne yapalım?’ diye sorduğumda; Hocaefendi bana dedi ki, ‘Böylesine kontrol altında düzelmeyen bir çocuk, dışarda hiç kontrol altına alınamaz. Ayaklarına kapan, ağla, gönlüne gir!’ buyurmuştu.
Ben de öyle yapmış ve kendisiyle onbeş yıl sonra bir lise öğretmeni olarak karşılaşmıştım. Beni görünce boynuma sarılıp ağlamıştı. Netice de, ‘Hocam! Allah Hocaefendi ve sizden râzı olsun. Sizler o gün bizi şefkatle bağrınıza basmasaydınız, bize katlanmayıp dışarı atsaydınız; bu gün -kimbilir- hangi bataklıklarda yok olup gidecek, belki milletin başına bela olacaktık’ demişti.
Hz.Üstad, ‘Allah’ın yarattığı herşey güzeldir’ (32/7) âyetini şöyle tefsir ediyor: ‘Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakîki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında, gâyet parlak güzellikler ve intizamlar var. (Sözler)
Evet musîbet istenmez ama, Müsebbibü’l esbab olan Allah takdir edince de katlanmak gerekiyor. Onun için çile, ızdırap, dert gibi şeyler de, -sebeplere riâyetin neticesinde- Müsebbibü’l Esbab’ın (cc) takdiri itibâriyle güzeldir.
Bunun şuurunda olan Üstad, ‘Yetmez mi dert, derman sana’ demiş; Hocaefendi de, ‘En büyük derdimiz, dertsiz oluşumuzdur’ diyerek; dert, çile ve ızdırabın dirilişin merdiven basamakları olduğuna dikkatleri çekmişlerdir.
En büyük ızdıraplı, dertli ve çilekeşler, Allah’a en yakın olan Peygamberler’dir. Daha sonra da onlara yakın olanlardır. Ne kadar bahtiyarız ki; Allah, kâinatlar yüzüsuyu hürmetine yaratılan Nebîler Sultânı Efendiler Efendisine (sav) ümmet olma, dâvâsına vâris olma, dîn-i mübîn-i İslâm emânetini taşıma şerefiyle şereflendirmiştir.
Bu vazîfe, âhiret hayâtı adına öyle kıymetli bir hazînedir ki; -canımız dâhil- herşeyimizi kaybetsek yine azdır. Hepimiz her an dünyâdan ayrılmaya namzediz. Evet, her namazımızı son namaz, her günümüzü son gün gibi yaşamaktayız ama, bunun ne kadar farkındayız?
Dert, çile ve ızdırap içinde kıvrananlar; âhiret hayatları adına kendilerine emânet edilen, paha biçilmez değerdeki maddî mânevî duygu ve latifelerini, mülkün hakiki sâhibi Allah’a (cc) yarın hesap verme niyet ve şuuruyla, üzerlerine düşeni yapmaya çalışmaktadırlar/ çalışmalıdırlar.