Hayatının son 10 yılı Moskova gibi güneşin bulutların arkasından göründüğü ya da hiç görünmediği bir ülkede geçmişti. Güneşine hasret kaldığı ülkesine döndükten 6 ay sonra bu sefer ‘terörist’ diyerek güneşi ondan esirgiyorlardı.
Ömrü benim gibi güneşin bol olduğu bir ülkede geçmiş biri için, güneş özlenecek değil saklanacak bir şeydi. Ama hücre arkadaşım Cihan Haber Ajansı Genel Müdürü ve eski Moskova temsilcisi Faruk Akkan için güneş belki de özgürlük ile aynı anlamı taşıyordu.
Pencerelerimiz kuzeye baktığı için güneş odamıza girmiyordu. Sadece avluda, o da öğleye kadar, yazın belki biraz daha fazla. Sabah 8 gibi avlunun kapısı açılıp da güneş kendini göstermeye başlayınca ilk yaptığı iş sandalyeyi avluda güneşin ilk vuracağı köşeye koymak oluyordu. Sonra üstüne çıkıyor ve güneşin yüzüne vurmasını bekliyordu. Faruk Bey’in boyu 1.80 cm, 60 santim de sandalyenin boyunu düşünün. Yani, o hasret kaldığı güneşe ulaşabilmek için 2 metrenin üstünde bir yüksekliğe ihtiyaç vardı. Bazen bir saat kaldığı oluyordu o şekilde sandalye üstünde. Üstelik güneşi ve mavi gökyüzünü sadece tel örgülerden görüyor olmamıza rağmen. Resim çizmekten anlamam ama karakalem resim yapma imkanım olsa hatıralarımda ölümsüzleşmiş o anı çizmek isterdim.
Bugün 3 yıl oldu. 3 yıldır can dostum Faruk Akkan güneşe hasret. Sadece Faruk Akkan mı, yüzlerce gazeteci, yüzlerce bebek, binlerce kadın ve on binlerce insan güneşe hasret.
Geçen Hanım Büşra Erdal’ın mektubunu okudum. Bir demet yeşil nane kokusunda vatanımı arıyorum diyordu. Bizim de avlunun duvarın kenarında bir ot çıkmıştı üstüne dökülen betona inat. Faruk Bey için o küçük ot parçası Küçük Prens romanındaki ‘gül’ gibiydi. Her gün onu suluyordu. Beton ve demir yığının içinde bize ümit aşılıyordu. Ancak nedendir bilinmez bir sabah sayıma gelen infaz memuru koparıp yere attı. Faruk Bey’in ne kadar üzüldüğünü hala unutamıyorum.
SİLİVRİ’Yİ BİZE TEMİZLETECEKLERDİ
Cezaevine ilk girdiğimizde Mümtaz’er Türköne hoca, birinci kural hasta olmamaktır; bunun da yolu hijyenden geçmektedir demişti. Biz de temizliğe ve hijyene aşırı dikkat ediyorduk. Ama bu konuda Faruk Akkan’la yarışmamız mümkün değildi. Her hafta koğuşta temizlik yapıyorduk, yerleri süpürüyor ve siliyorduk ama Faruk Bey’i bu kesmiyordu. Sadece koğuşu değil avluyu da çamaşır suyu ve deterjan ile yıkıyordu. Kovada deterjanı köpürtüyor ve bütün avluyu oto fırçası ile sabunluyordu. Tabii hortum olmadığı için ben de 5 litrelik su bidonlarını doldurup arkasından su döküyordum. Cezaevindeki her hareketiniz kameralar ile izleniyor. Bizim bu detaylı temizliğimizi de görüyorlardı. İlk başlarda çok sık hücremiz değişiyordu. Neredeyse 45 günde bir oda değişikliği oluyordu. Biz de Faruk Bey’e takılıyorduk, “Bunlar senin temizlik aşkını gördükçe bütün Silivri’yi bize temizletecekler,” diye.
NEZAKET İNSANI
Bana “Faruk Akkan’ı nasıl tanımlarsın?” deseler kullanacağım tek kelime “nezaket” olurdu. Kendinden çok başkalarını düşünen bir insan Faruk Bey. Cezaevi mahrumiyetler bölgesi. Her isteğinizi her zaman, bazen de hiç, bulamıyorsunuz. Paranız ve imkanımız olsa bile alamıyorsunuz. Böyle bir ortamda bile Faruk Bey hep kendisinden çok etrafındakileri önemsedi. Bize terörist muamelesi yapan gardiyanlara bile nezaket ve saygı içinde davranıyordu. Sayım için gelen gardiyanlar ilk başlarda bizimle hiç konuşmuyorlardı. Faruk Bey geldiklerinde selamlıyor, giderlerken her defasından iyi günler diliyordu. Asık suratlı o infaz koruma memurları bir müddet sonra selam vermeye başladılar. Yemek getiren kişilere, kendini görüşe götürüp getiren tüm infaz memurlarına her defasında teşekkür edip iyi günler demekten imtina etmeyen biri Faruk Bey. Ve böyle bir insanı maalesef 3 yıldır çok büyük bir suçluymuş gibi içerde tutuyorlar.
O BİR KUR’AN AŞIĞI
Faruk bey, sadece iyi bir gazeteci değil aynı zamanda da bir Kur’an aşığı. 9 günümüzün geçtiği gözaltı odasına ben yedek tişört bile sokamazken o cep Kur’anı getirmişti. Ayakkabı bağımıza kadar her şeyimizi alan polisler, âşık olduğu Kur’an-ı Kerim’i yalvarmaları neticesinde ona vermişlerdi. Ve bu cep Kur’an’ını hiç elinden düşürmedi. Silivri cezaevinde, her gün bir saat belki de daha fazla avluda hem turluyor hem de Kur’an okuyordu. Beş altı günde bir hatim indiriyordu. Bir arkadaşımızın bir yakını mı vefat etti, yan hücrelerdekilerden okuyabilenler birkaç cüz alıyor, gerisini Faruk Bey tek başına tamamlıyordu. Mümtaz’er Hoca’nın annesi, Mehmet Gündem’in babası, benim babaannem vefat ettiğinde hep okuduğu hatimleri onlara hediye etti.
‘TERÖRİST’TEN DERS
İki genç infaz memuru vardı. Bunlar hafızlık çalışıyorlarmış. Faruk Bey’in de hafız olduğunu öğrenince her karşılaşmalarında soru soruyorlardı. Hücremizden savunma kütüphanesine gidiyoruz, gardiyanın biri, sağa bakma, sola bakma, konuşma diye emirler yağdırırken diğeri şu cüzde takılıyorum nasıl ezberlemem gerek diye fikir danışıyordu. Bazen gülmemek için kendimi zor tutuyordum. O ise onlara yardımcı olmaktan hiç gocunmuyordu.
Cezaevinde yirmi iki ayımız beraber geçti. Benim için bir kardeşten öte bir dost oldu. O kadar iyi bir dost oldu ki, çıktıktan sonra çok defa eşimi çağırırken yanlışlıkla Faruk Bey demişliğim vardır. 30 Nisan 2018 günü mahkemede karar okunurken onun için 9 yıl dediklerinde o cümle yüreğime bir bıçak saplanmıştı. Kendim beraat etmiştim ama sevinmiş miydim? Nasıl sevinebilirdim ki, yüreğimin yarısı içerde kalmıştı. Mahkemeden önce eşime gönderdiğim şiirdeki gibiydim:
Hep diledim,
Bekledim.
Beklemek kara sabır,
Şimdi geldi O bahar,
Gitme zamanı kapıda;
Bir ayağım eşikte,
Diğeri geri koşar
Halim tuhaf
Kalbim ağır,
Neşem yok,
İstediğim hapisten çıkmak,
Gidersem gönlüm kalır
Kalırsam da gönlüm gider.
Gittim ama gönlüm içerde kaldı. Ve hala da orada…