Gurbette bir taziye evindeyiz. Kuzey ülkesinin göklerini bürüyen bulutlar ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlar. Gurbette annesini kaybetmiş soylu genç gibi kirpiklerinin ucundaki damlalar düştü düşecek.
Yolda yürürken mahşere doğru yürüyor gibi başını hafif öne eğerek yürüyen vakur ve sessiz delikanlının yüzünde gurbette annesini kaybetmiş olmanın derin hüznü var.
Güldüğünü hiç görmediğim bu ağırbaşlı suskun yiğit iyice sessizliğe bürünmüş.
İçindeki fırtınaları dışarıya hissettirmeyecek kadar bir soyluluğa sahip olan suskun sultan taziyeleri kabul ederken yine sayılı kelimelerle karşılık veriyor.
Ölümün ağırlığının sindiği odanın içeresindeki insanlar düşünceli kumrular gibi sessizce oturuyorlar. Sanki sessizliği uyandırmaktan korkarcasına herkes susuyor. Güzel sesli bir hafızın okumaya başladığı Kur’an o ağır havayı dağıtıyor. Dualar ediliyor.
Okunan Kur’an ve edilen duaların ardından “Allah rahmet etsin” sözü bütün odayı dolaşıyor.
Sonra gurbette duymaya alıştığımız hep bildik soru…
“Memlekete mi götüreceksiniz?
“Babam memlekette ama onu ziyarete bile gidemiyoruz, anam yanımızda olsun istedik hiç değilse sık sık ziyaretine gideriz”
Her insanın imtihanı kendince…
1960’lı yıllarda başlamış Türklerin Avrupa macerası…
Sirkeci’den kalkan o tren taşımış Batı’ya ilk gurbetçileri.
Bir kampana çalar analar, ağlar
Oğul oğul çocuklar öksüz gelinler dul.
Aksam olur hüzün çöker
Omuzlarım bir bir düşer
Sirkeci’den tren gider
Gözyaşımı döker gider
Sirkeci’den tren gider
Erzurumlu Duran
Ankaralı Burhan gider
Sirkeci’den tren gider
Bir yaldızlı Kur’an gider…
Bir gurbetçinin dediği gibi, “Bu gurbet ellerde kaybolup gidiyoruz. İlk geldiğimde ben de namazlarımı kılıyor, orucumu tutuyordum. Ama zaman içinde bir çiçek gibi solup gidiyoruz. Burada çiçekler bile bizimkiler gibi kokmuyor.”
İlk gelenlerin içinde bir kor gibi yanmış durmuş memleket özlemi.
Özlemler şarkılara, türkülere, filmlere konu olmuş.
Sonraki nesiller gurbetleri vatan bellemişler.
Bir başka taziye evine gitmek için suskun ve soylu gencin evinden ayrılıyoruz. Gurbette sanki yaprak dökümü.
Bulutlar daha fazla tutamıyor gözpınarlarına dolan damlaları. Hafiften bir yağmur çiselemeye başlıyor. Bu mevsim, hisli insanlar gibi bulutların gözü hep yaşlı.
Bu defa da babalarını kaybetmiş kardeşlerin evindeyiz. İlk kuşak pılını pırtısını toplamış bir başka âleme göçüyor.
İlk uğradığım ışık evinin duvarında gördüğüm ve beynimde şimşekler çaktıran o yazı aklıma geliyor.
“İnsan bir yolcudur. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın ihtiyaçları Malikül Mülk tarafından verilmiştir.”
Gurbette bir ölüm olduğu zaman herkesin evinden sanki cenaze çıkmış gibi üzülüyorlar, bir doğum olduğu zaman da herkesin çocuğu olmuş gibi seviniyorlar. Düğünler de öyle.
Ölüm Allah’ın emri
Ah şu ayrılık olmasaydı” sözleri buralarda daha bir derinden hissediliyor.
Baş köşede oturanlardan biri kardeşlerden birine, “baban senin Kur’an okumanı çok severdi, oku da bir son defa dinlesin” diyor.
“Babam beni çok dinledi siz buyurun “ diyor.
“Odanın içi Kur’an sesi ile doluyor. Herkes başını eğmiş huşu içinde dinliyor.
Okunan Kur’an ve edilen duaların ardından “Allah rahmet etsin” sözü yine bütün odayı dolaşıyor.
Sonra gurbette duymaya alıştığımız yine hep o bildik soru…
“Memlekete mi götüreceksiniz?
“Evet”
Hepiniz buradasınız, buraya defnetseydiniz”
“Vasiyeti öyle… Beni toprağıma götürün” dedi.
“Başında gidebilecek misiniz”?
“Derin kuyulardan daha derin bir suskunluk”
Her insanın imtihanı kendince…
İnsanlar kendi ülkelerinde de imtihanlar yaşıyorlar ama gurbettekilerinki bir başka.
İnsan her sabah uyanırken sanki kendisini memleketinde zannediyor.
Ülkesinde olmadığını anlayınca da bir hüzün çöküyor üzerine.
İnsanlar ülkelerine yasaklı olmamak için pek çok şeylerini feda ediyorlar.
İlk gelenler, sonbaharda dalından düşen yapraklar gibi bir bir düşüyorlar. Ama onlar hep kendi doğdukları topraklara gömülmek istiyorlar. Bunun için bir ömür boyu aidatlar ödüyorlar. Diyar-ı gurbette insanın kendi ülkesine gömülmesinin bir bedeli var.
Yarım asrı aşkın bir süre önce körpe bir delikanlı olarak doğduğunuz toprakları yürüyerek terk edeceksiniz.
Geride nice aşklar, sevdalar, hatıralar, gözü yaşlı insanlar bırakacaksınız. Sonra da gurbetlerde ufka baka baka ihtiyarlayacaksınız. Onca hasret onca özlem…
En sonunda tahta bir tabutla bir arabanın içinde yeşil bir örtünün altında doğduğunuz topraklara geri döneceksiniz.
Ülkelerine yasaklı oldukları için evlatlarınız sizinle gelemeyecekler. Üzerinize bir kürek toprak bile atamayacaklar. Taze toprak yığının başında bir Fatiha bile okuyamayacaklar. Sonra olsun diyorsunuz; babaları, gurbetin onca yılgınlığına kapılmadan uzaklardan Fatihalar, Yasinler uçuran evlatlar yetiştirmiş ya…
Herkesin imtihanı kendince…
Kazanmak da var kaybetmekte…
Gurbette babalarını kaybetmiş pırıl pırıl evlatların taziye evindeyiz. Dışarda hafiften bir yağmur çiseliyor.
“Bugünler de gelir geçer.” Diyor odadakilerden biri.
Acılar, çaresizlikler insanı Rabbine yaklaştırır. Böyle zamanlarda hiç olmadık ilahi iltifatlara mazhar olur insan. İlahi bir radarla aralıksız izlendiğini fark eder.
Böyle anlarda yaralı gönüller coşkun akan yeraltı suları gibi çağlar.
Gözler Eyyub gibi ağlar.
O zamanlarda ilahi bir nida ahvalini sorar.
Sonra anlarsınız ki, bazen O’nun sizden aldıkları verdiklerinden daha değerlidir.
Tıpkı Eyyub as gibi…
Peygamberlerin hemen hepsinin olduğu gibi Eyyub (as) da büyük acılarla sınanmış bir peygamberdir.
O bir sabır kahramanıdır.?
Oldukça varlıklı biridir.
İrem bağları gibi büyüleyici bağ ve bahçelere sahiptir.
Ovalara, obalara sığmayan sürüleri vardır.
Önce sürüleri telef olur.
Sonra bağlar bahçeler…
Daha sonra bir sarsıntı ile konağı yıkılır.
Çocukları ölür.
“O verdi o aldı” der ve bütün bu olanları sabırla karşılar.
Hanımı ile baş başa kalır.
Sınav bitmemiştir.
Bir gün hastalanır.
Hastalık bütün bedenini kaplar.
Kasaba sakinleri hastalığın bulaşıcı olabileceğinden korktukları için kasabadan çıkmasını isterler.
Hanımı ona kasabanın dışında bir çardak kurar.
Yunus As ise balığın karnından bütün kozmik âlemlerin Rabbi olan Allah’a seslenir, “Ey Kendisinden başka ilah olamayan Allah’ım!”
Öyle birinden yardım istemeli ki O nun hem balığa hem karanlığa hem denize hem geceye sözü geçsin.
Hastalık kalbine ve diline ilişince , “Rabbim! Zarar bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisin” diye durumunu Allah’a arz eder.
Eyyub as kulübesinden “Ey Benim Rabbim!” diye inler.
Bedenindeki hastalığa sözü geçecek birine seslenir.
Hanımı, bir gün kasabadan döndüğünde kulübenin içinde tıpkı Yusuf gibi genç ve güzel birinin oturmakta olduğunu görür.
“Eyyub’um nerde?” der.
“Ben Eyyub‘um”
“Hayır! O yaşlı ve hastaydı”
“Rabbim bana şifa verdi, Rabbimin gönderdiği şu suda yıkandım, sağlığıma kavuştum, gençleştim ve güzelleştim.”
Allah, aldıklarını bir bir geri verir.
Eyyub as yine bağlarına, bahçelerine, sürülerine kavuşur.
Kasabalılar etrafına toplanır.
Onun sohbetlerini dinlemeye başlarlar.
Bir gün birisi, “Ey Allah’ın Peygamberi! Sen Allah’ın nasıl sevgili bir kulusun ki, aldıklarını geri verdi”
“Hayır’! Sizin dediğiniz gibi değil, aldıkları daha değerli idi.”
“Nedir aldığı”
“Benim bütün bedenim yara bere içinde iken her seher vakti Rabbim bana “Eyyub‘um nasılsın?” Diye seslenirdi.
Şimdi sormuyor.”
haruntokak@gmail.com