Bir yılın daha son günleri…
Pırıl pırıl bir İskandinav akşamında ıssız bir sokakta bir başıma yürüyorum.
Arabalar geçiyor yanımdan.
Adımlarım ağır.
Evlerin önleri, camları, ağaçlar ışıl ışıl…
Bazı evlerin önlerinde mumlar yanıyor.
Az ilerde bir yerlerde sanki büyük bir meydan savaşı veriliyor gibi; havai fişekler, ağzından alev saçan ejderhalar gibi başları yıldızlara doğru uzanıyor sonra da salkım salkım dökülüyor. Gökyüzü pırıl pırıl. Mehtap bütün sevecenliği ile gülümsüyor.
Ömrümüzden bir yıl daha eksiliyor.
Issız bir sokakta bir başıma yürüyorum.
Soğuk bir kış gecesinde doğmuşum ben.
Ne çabuk da tükenmiş yıllar…
Oysa ilkokulu daha yeni bitirmiş, köyümden daha dün ayrılmış gibiyim. Anam hala gözlerimden öperek uğurladığı o kerpiç evin önünde öylece duruyor sanki.
Günler haftaların, haftalar ayların, aylar yılların içinde erimiş.
Sanki her bir yılın sırtına sardığı cenazelerle birlikte yeni bir yıla giriyorum.
Bir parkın içine sapıyorum. Parkı bekleyen ağaçlar, çimler, loş ışıklar derin bir teslimiyet içindeler.
Titrek dallarında tek-tük yaprağı kalmış, mütevekkil bir derviş gibi duran bir ağaca mıhlanıyor gözlerim.
Bu ağaç bir zamanlar nazlı bir dalmıştır. Kim bilir ne fırtınalar, ne kışlar görmüştür.
İlkbaharda tomur tomur açıp, koca bir yazı geride bıraktıktan, sonbaharın son darbelerine bile bunca direndikten sonra şimdi, sokaklarda sabahlayan evsiz bir insan gibi kendini kışın buz gibi kollarına bırakmış olan bu ağaçla her halde aynı yaşlardayızdır, diye düşünüyorum.
Bir nehir gibi akıp giden ömrüm, hedefine yaklaştıkça coşan şelaleler gibi, sonsuz okyanuslara düşerek, karışıp gidecek.
Aslında ömür dediğimiz şey bütünüyle ölüme yürüyüş değil mi?
Ömrüm bir sinema şeridi gibi geçiyor gözlerimin önünden;
Bol yıldızlı yaz gecelerinde harman yerinde ağabeyimle birlikte yattığımız günler, diğer harmancıların şamataları, mehtabın doğuşuyla ışık ve gölge oyununa sahne olan harman yeri, seherde esen poyrazla birlikte savrulmaya başlanan tınaslar, öğlenin sıcağında düvenin üstünde, öküzlerin arakasında dönüp durduğumuz günler…
Bir bahar bahçesinde görülen yaz rüyaları kadar güzel o günler, ne kadar da geride kalmıştı.
Cami kürsülerinden, minare gölgelerinden yükselen sesle tanıştığımız İzmir günleri…
Gecesinde ayrı, gündüzünde ayrı koştuğumuz Antalya günleri…
Şark’ın yalçın dağları arasında soylu insanlarla geçirdiğimiz günler…
Cuma günleri Ezberciler Cami’nde, yitik bir neslin ızdırabıyla ve gençliğin verdiği heyecanla yapılan coşkulu konuşmalar…
Utana sıkıla. terleye terleye, “çocuklarımızı dağlara kaptırmayalım” diye dükkân dükkân dolaşılarak burs, battaniye, nevresim, erzak istediğimiz günler.
Güzel günlerdi o günler.
Ah! O güzel günler, o Hizmet günleri, kendimizi, çoluk-çocuğumuzu düşünmeye fırsat bulamadığımız, sevgi ve kardeşliğin püfür püfür tüttüğü günler… Meğer yaşanacak günler o günlermiş.
Keşke, her seher vakti kalbimi, binlerce şafak ışığının oynaştığı sonsuz aydınlıklara yayla yapsaydım. Keşke, her seherde müezzinlerin “namaz uykudan hayırlıdır’ sözlerine kulak verseydim. Her seher meleklerin nöbet değişim anındaki yoklamada ‘mevcut’ sayılsaydım”
Keşkeler; yitip gitmiş bir güzelliğin arkasından dökülen bir gözyaşı, bir iç burkuntusuydu, bir itiraf. bir ağıttı, değeri bilinmemiş bir ana, kalbi kırık gitmiş bir babaydı. ihmal edilmiş bir hizmet, terk edilmiş bir sılay-ı rahimdi.
Havai fişekler gökyüzünü biteviye aydınlatıyor.
Eve varıyorum.
“Bugün 29 Aralık” diyor eşim.
“Öyle mi” diyorum.
“Bugün ne diyor“
“Yılın son günlerinden biri işte.”
Biraz sonra kapının zili çalıyor.
Karşımda duran melek simalı genç elindeki paketi uzatarak “bunu size gönderdiler” diyor.
O gün doğum günümmüş, unutmuşum.
Çok geçmeden kapının zili yeniden çalıyor,
Kader arkadaşım Muhacir-i Sadık…
Kısa bir hal hatırdan sonra derse başlıyoruz.
Ders ortasında önümüze bir tabak içinde ikram geliyor.
“Doğum günümü hatırlayanlar da var hem de kendim bile unutmuşken” diyorum.
Buruk bir şekilde gülümsüyor.
“Birkaç gün öncede benim doğum günümdü” diyor.
Dediğime diyeceğime bin pişman oluyorum.
“Keşke demeseydim” diyorum.
Çünkü o yalnızdı.
Eşinden ve çocuklarından uzun süredir ayrıydı.
Eşi Türkiye’den çıkamıyor, çocuklarının da her biri bir yerdeydi.
Binlerce, on binlercesi gibi…
“Beni de hatırlayan oldu” diyor.
Rahatlıyorum.
“Oğlum” diyor ”Amerika’daki oğlum, mesaj göndermiş, tam beş yıl oldu görmeyeli”
Evlatları ile gurur duyduğu her halinde belliydi.
Belli etmek istemese de siması ve sesi ele veriyordu.
Yaşadıklarının eğemediği başını hafif öne doğru eğerek beyaz sehpanın üzerinde duran telefonunu alıyor.
Kutsal bir metin okuyacak gibi sesini ve nefesini akort ediyor…
Ve başlıyor okumaya…
“Babaaaaa doğum günün kutlu olsun…”
Oğlunun daha ilk cümlesinde yüzü hüzünle harmanlanıyor. Sesi titremeye başlıyor.
“52 yıllık hayatının tam yarısını beraber geçirdik baba!
Senden bu zaman zarfında Çooooook güzel şeyler öğrendim. Çok güzel şeyler gözlemledim. Bizlerin yani ailemizin rahat etmesi için kendinden yaptığın fedakârlıkları, yorulmadan pes etmeden. yaz-kış, tatil demeden dışarıdaki bir sürü kötülüklere ve kötü insanlara rağmen bizlere helal rızık yedirebilmek için helal yoldan çıkmadan çalışmanı gördüm.
Bizlerin kaliteli bir eğitim alıp milletine, vatanına, çevresine faydalı insanlar olmamız için maddi yönden zorlandığımız zamanlarda bile güzel kaliteli okullarda okutmaya çalıştığını gördüm. Haksızlığa bile uğrasan, arkandan da konuşsalar yine de doğruyu yapmak için kendi ailenden insanlara nasıl yardım ettiğini gördüm. Yani insanlar yanlış yapsa bile bizim neden doğruyu yapmamız gerektiğini gördüm, Bizi kimseye muhtaç etmemek için verdiğin o çabayı çok yakından gördüm baba. Ben şimdi hayata atılınca seni çok daha iyi anladım. Bu zamanda helal rızk için çalışmanın ne kadar zor olduğunu, yanlış yollara sapmanın bu kadar kolaylaştığı bu çağda o yollara tenezzül etmeyip doğru yolda azmetmenin önemini ve senin çabanı anladım. Sen hem kendi çocukların hem de başkalarının çocukları için çok çalıştın. Sen yanlış bir şey yapmadın baba! Ama bu da bu zamanda böyle bir imtihan. Belki de yine dışarıdaki bir sürü kötü insanlar sana ve bize doğru yolda olmanın bedelini ödetmeye çalışıyorlar. Olsun
varsın şimdilik böyle olsun. inşallah biz bir daha ki doğum gününde olmazsa ondan sonrakinde hep beraber olacağız, Annemin yaptığı nefis yemekleri, o mis gibi kokan sıcacık tahinli çöreği, yaş pastayı hep beraber keseceğiz, mumları birlikte üfleyeceğiz. Tekrar bir arada olacağız inşallah. Allah uzun ve bereketli ömürler versin.
Seni çok seviyorum babam!
Havai fişeklerin gürültüleri arasında gurbetteki bir baba uzaklardaki, çok uzaklardaki canı gibi sevdiği oğlundan gelen doğum günü mesajını hem okuyor hem ağlıyor, hıçkırıklarına hâkim olamıyor.
Binlerce, on binlerce baba gibi…
Oğlunun mesajı bitmesine rağmen hem göz pınarlarında biriken yaşları siliyor hem de bir eliyle telefonun tuşları ile meşgul oluyor
Önce öylesine istemsiz bir hareket diye düşünüyorum.
Sonra anlıyorum ki sosyal medya üzerinden kocasının hapishanede yaptığı en değerli hatıraları satmak zorunda kalan bir mağdurla yazışıyor.
Kadın, “oğlumun bereketi bu” diye yazıyor:
Öğreniyorum ki kadının otistik bir oğlu var. Kocası dört duvar arasında. Kızının biri dünyanın bir ucunda, bir oğlu Kanada’da.
Çaresiz anne, çareyi kocasının hatıralarını satmakta bulmuş.
Anlıyorum ki; karşımdaki insan sadece çocuklarının babası değil, bütün dünya çocukları onun.
Koca bir yılın son günlerinde o baba ve oğuldan anlıyorum ki önemli olan yılın sonu değil yolun sonu.
haruntokak@gmail.com