Puslu, sisli ve soğuk bir kış günü telefonum çalıyor. Fırtınaların, tipilerin arasından çıkıp gelen ay yüzlü melekler gibi üç kadim dost arka arkaya ekranda görünüyor.
Kudüs’ün kadim dostları…Kalbime inşirah doluyor. İzzeddin Abbasi elinde bir kitap gösteriyor…“Kalbim Kudüs’te kaldı” Hizmet bizi her uğradığımız şehirde o kadar güzel insanlarla tanıştırdı ki; sanki cenneti dünyada yaşıyoruz. Her şehir başka güzeldi ama kalbimizin kendisinde kaldığı Kudüs bambaşkaydı Güneş her sabah kutsal Zeytin Dağı’ndan, kadim şehre doğardı. Her gün doğumunda sabahın taze ışıkları ile minareler, kümbetler, kuleler, mazgallar, çil çil kubbeler, ışık denizinde yüzerdi. Gurbeti yudum yudum içtiğimiz kuzey ülkelerinde güneşe hasret yaşıyoruz. İlkin, kadim dostum Hüseyin Kara ile soğuk bir şubat günü kavuşmuştuk kutsal şehir Kudüs’e…Kutsal Zeytin Dağı’ndan bakmıştık şehre…Ufukta asılı duran kış güneşinin son kızıl ışıkları; çil çil kubbeleri, minareleri, kümbetleri, kuleleri, mazgalları aydınlatıyordu. Uzaklardan bir yerden ezan sesi duyuluyordu. Beyt-ül-Makdis’in müezzinleri, karada ve denizde her şehidin kulağında onların sesi lâhutî bir koro gibi bütün minareler birbirine sesleniyor, ardından ezan sesleri çan seslerine karışıyordu. Tepelerin yumuşaklığı, servilerin güzelliği, taşların sessizliğiyle bir başkaydı Kudüs; her yere uhrevî bir dinginlik hâkimdi . Yığınla zamanı sırtlanmış olan şehir bizi çağırıyordu. “Ey şehir sana gelmesek olmazdı” dediğimi hatırlıyorum… Şehrin ruhu, elimizden tutup gezdirmişti bizi…Kubbetü’s-Sahra’nın altın kubbesi ile birlikte; Aksâ avlusundaki irili ufaklı onlarca kubbe, akşamın kan kızıl ışıklarında yıkanıyordu. Sanki Allah’ın Sevgilisi, Aksâ’nın avlusunda bütün peygamberlere namaz kıldırıyordu… Osmanlı zamanından kalma mazgallı yüksek duvarların ardında, kadim kentteki kiliselerin ve büyük camilerin kubbeleri seçiliyordu. Câmiler, kiliseler, sinagoglar iç içeydi.
Günbatımında Zeytin Dağı’nın doğu yakasından uzaklardaki medeniyetler mezarı Lût Gölü’nde gölgeler gittikçe koyulaşıyor, kızıl bir şal düşüyordu gölün üzerine.
Modern kentlerde kaybettiğimiz dolulukla sarmıştı. Kubbeler ve kuleler sessizdi, utangaçtı…
Taş yapılar ancak onları dile getiren bir insan sesiyle, ezan sesiyle, çan sesiyle veya şofar sesiyle birleştiklerinde canlanıyor ve dört bin yıllık hikâyelerini anlatıyordu misafirlerine. İyi bir rehber bu taşlar için sûr’a üfleyen bir İsrafil gibiydi.
Günlerimiz Mescid-i Aksa’da geçiyordu.
Mescid-i Aksa’da ibâdet edenler semavatın birinci katında ibadet etmiş gibiydiler. Burada kılınan bir rekât namaz başka yerlerde kılınan bin rekât namaz sevabı kazandırıyordu.
Kısa sürede Zeytin Dağı’na otağımız kurmuş, bayrağımızı dalgalandırmaya başlamıştık.
Bir gün İzzeddin Abbasi adında Filistinli bir beyefendi geldi.
Çok heyecanlı idi. Güzel bir Türkçe ile, “Bayrağı gördüm de geldim” dedi.
“Biliyor musunuz bu bayrak yüz yıl önce gitmişti buradan.
Son Osmanlı askerleri 1917’nin son günlerinde ağlayarak Kudüs’ü terk ettiler.
Bin yılı aşkın bir süre Kudüs semalarında dalgalanan Türk bayrağının melül ve mahzun gidişi, Osmanlı’nın bu topraklardan ayrılışı çok acıklı oldu. O gün bugün insanların, taşların, kubbelerin gözyaşları hiç dinmedi. Acılar her geçen gün evlerde, yüreklerde büyüdükçe büyüdü.
Osmanlı’nın bir Kudüs’ü vardı.
Kudüs’ün de bin bir türlü Osmanlısı…
1917’de bin bir Osmanlıdan biri beni terk etti: Türk ordusu…
Ama bin Osmanlı hâlâ burada. Osmanlı, Müslüman Arapları, Hıristiyanları, Yahudileri, Çerkezleri, camileri, kiliseleri, manastırları, bazilikaları, şapelleri, Ağlama Duvarı, sinagogları, yeşivaları, mikveleri, türbeleri geride kaldı.
En önemlisi Osmanlı hatırasıyla Kudüs’te kaldı.
Yer yer çatışmaları, krizleri, savaşları olsa da, genel anlamıyla dört yüz yıl süren bir barış tarihiydi Kudüs’teki Osmanlı tarihi.
Kıyamet Kilisesi ve Ağlama Duvarı başta olmak üzere bütün kutsal mekânlarda hâlâ daha Osmanlı’nın 1852 Statüko Fermanı geçerlidir. Kıyamet Kilisesi’nin anahtarları da hâlâ Müslüman bir ailededir.
Kudüs’teki Osmanlı unutulur gibi değildir… Kudüs Osmanlı’nın rüyasıdır…
Osmanlı sultanı rüya görür Kudüs halkı susuzdur, emir verir Beytüllahım’den Kudüs’e kadar su kanalları açılır. Bir başka gün bir başka sultan rüya görür aç aslanlar Kudüs’e saldırıyordur, etrafının surlarla çevrilmesini ve rüyadaki aslanların da kapılardan birinin girişine nakşedilmesini emreder.
Eski Kudüs’ü çevreleyen surlar ve Aslanlı Kapı o rüyanın hatırasıdır.
Bir başka gün Sultan Abdülhamit rüyasında Hazreti Fâtımatüzzehra’yı Kubbetü’s-Sahra’da namaz kılarken görür, namaz kıldığı yere mihrap yaptırır.
Yine bir gün duyar, Hıristiyan hacılar yolda telef oluyor; Yafa Şehri’nden Kudüs’e kadar tren yolu yapılır.
Bugün, Osmanlı’dan ‘Kudüs’te herkese yer var’’ dersini alamamış olan sevenleri çok kıskanç… Çünkü “İbrahim Halilullah” diyenleri kucaklayan Osmanlı yok artık…
Çünkü paylaşılamayan bu güzel şehrin sevdalıları bilmiyorlar ki Kudüs paylaşılabildiği ölçüde güzeldir.
Burada her taşın yüzlerce yıllık tarihi, binlerce sayfada anlatılamayacak hikâyeleri olduğu gibi; şadırvanlar, sebiller, sular, kuyular da milyonlarca kalbi heyecana getirecek bir kutsallığı bağrında taşır.
Kudüs’teki Osmanlı unutulur gibi değildir…”
Sadece Kudüs’teki Osmanlı mı?
O gün daha ilk karşılaşmamızda güzel Türkçesi ile “ben hizmete hazırım abiciğim” diyen İzzeddin Abbasiler, Samirler, Fedvalar, Mazenler… Unutulur gibi değil.
Eyyüpler, İbrahimler, Mehmetler, Ahmetler, Haliller, Sedatlarla yüz yıl sonra tatlı bir koşuşturma başlamıştı bereketli topraklarda. Yolumuz erken kesilmeseydi kim bilir ne güzelliklere sahne olacaktı o diyarlar. Her birinin aşılması zor olan dağlar gibi engelleri aşmaya çalışarak birkaç alperenle Kudüs ve Batı Şeria’da kültür merkezleri açtığımız, Türkçe kursları verdiğimiz, okul hayalleri ile yatıp kalktığımız günler geride kaldı.
Kurban ve ramazanda evlere gıda paketleri dağıttığımız, yetimleri giydirmeye, muhtaç ailelerin sıkıntılarını hafifletmeye, Filistinli kardeşlerimiz üşümesin diye Türkiye’den getirdiğimiz battaniyeler, yürüyemeyen engelli kardeşlerimize dağıttığımız akülü sandalyeler birer yad-ı cemil oldu.
Gerçi o battaniyeler yüzünden başımıza gelmeyen kalmamıştı ama olsun.
Dünyada üşüyen bir insan varsa biz ısınamazdık.
Toprağın kokusu barıştan yanaydı. Sabahlara kadar susmayan, belli bir ritim halinde yükselen ve çağıl çağıl gecenin bağrına dökülen şarkılar sevgi temalıydı.
Mescid-i Aksa cumaları bir başka olurdu.
Yaz-kış on iki bin şamdanlı avluya nazır servilerin altında kılardık namazlarımızı.
Şimdi her şey dokunaklı bir rüya gibi.
Kudüs, kelimelerin ve tahayyülün ötesinde bir manzara…
Kudüs benim için yeni bir dünya idi. Bu kadim şehrin her köşesinden tarih sızıyordu. Hazreti Davud’un sesiyle besili dağlar, Hazreti İsa’nın vaazlarını dinlemiş sokaklar, Mesih’in üzerinde yürüdüğü kaldırımlar, Sultan Süleyman’a yol veren vadiler…
İçinden nice sevgilinin geçtiği, dünya tarihinin, bir tiyatro sahnesi gibi zihnimizde canlı, büyülü aktığı; hayallerimizde hâlâ badem, zeytin ve palmiye ağaçlarıyla süslü efsane şehir Kudüs…
Kalbimiz sende kaldı.