Ahmet Altan’ın Washington Post’ta İngilizceye çevrilerek yayınlanan yazısının Türkçe aslı Bağımsız Gazetecilik Platformu tarafından yayınladı.
Gazeteci ve yazar Ahmet Altan, tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’nden korona virüsü salgınını yazdı. Tahliye olduktan sonra 13 Kasım da yeniden tutuklanan Altan, “Belki siz bu yazdıklarımı okurken ben de hastalanmış olacağım. Ama ne fark eder? Kâğıt bardakta ölen bir turp bile çiçek açabiliyorsa hapisteki bir ihtiyar da iyimser olabilir.” sözleriyle cezaevindeki korona dönemini anlattı. Salgının devletlerin yapısı, küresel ekonomik düzen ve insan ilişkileri açısından yeni bir dönemi başlatacağını belirterek, gelecek için umutlu olduğunu ifade eden Altan, “21’inci yüzyılın, bu pandemi bittikten sonra başlayacağına inanıyorum” dedi.
Ahmet Altan’ın Washington Post’ta yayınlanan yazısı:
Herkesin evinde hapis olduğu bugünlerde gerçek bir hapishanede olmak, insanda deniz altındaki bir akvaryumda oturuyormuş duygusu yaratıyor. Bize 24 saat “karantinada” tuttuktan sonra verdikleri bir gün gecikmeli gazetelerden ve seyredebildiğimiz kısıtlı sayıdaki televizyon kanalından ölümcül bir telaşa kapıldığınızı görüyorum. Ben 70 yaşındayım ve hapisteyim. Suyun altında oturmayı da ölümün hedefinde olmayı da birçoğunuzdan daha iyi bilen biri olarak size şunu söylemek istiyorum: Ümitsizliğe kapılmayın. Tarihin, dev bir fay gibi bütün hayatı sallayarak kırılmasını yaşıyoruz. Bu kırılma bize ümitli bir gelecek vaat ediyor.
Şu anda yaşanan dehşetin farkındayım. Timsahlarla dolu bir nehirden geçmek zorunda olan milyarlarca antilop gibi karanlık suların içinde hayatımızı kurtarıp karşı kıyıya varmak için çılgınca çırpınıyoruz. Görüntü, tam bir cehennem görüntüsü. Ama dört-beş ay sonra bu felaket bitecek ve insanlık tarihin yeni bir evresine, bereketli topraklara varacak.
Boşlukta yüz bin kilometre hızla dönen, adına dünya dediğimiz bu garip gezegenin düzeni böyle. Daha iyi koşullara ancak bir felaketten geçilerek varılıyor. Savaşlarla ve salgınlarla yaralanarak ilerleyebiliyoruz.
Bu felaket bize çoktandır görmezden geldiğimiz birçok gerçeği ve nereye doğru ilerlememiz gerektiğini gösterdi. Ben, 21. yüzyılın bu salgından sonra başlayacağını düşünüyorum. Belki kısa süreliğine şöyle bir savrulup geriye dönüyormuş gibi bir görüntü verebiliriz ama bu da çok uzun sürmeyecek.
Bir kere biz bu salgında “devlet” denilen yapıların bir işe yaramadığını gördük. Bugünkü devlet yapısının ömrünü tamamladığı anlaşılıyor. Zaten posta arabalarının dönemindeki bir idari örgütlenmenin bugün hala devam etmesi eşyanın tabiatına aykırı. Devletler, insanlığın ilerlemesine engel oluyor. Salgının böylesine yayılması devletlerin ve onların yöneticilerinin “iktidar hırsıyla” yaptıkları hatalar sayesinde oldu. Çin daha başta yalan söylemeseydi, diğer devletlerin yöneticileri aldırmazlık etmeseydi felaket bu boyutlara gelmeyecekti.
Ben, çok da uzun olmayan bir gelecekte dünyanın “şehir devletlerinden” oluşan bir federasyona dönüşeceğini, dönüşmek zorunda olduğunu anlayacağını düşünüyorum. Uluslar, sınırlar, bayraklarlar, “ortak felaketlerde” insanlığın aleyhine işliyor, bunu koronavirüs salgınında açıkça gördük.
Bir başka gerçeği daha gördük: Seçim kazanma yeteneği ile toplumları yönetme yeteneği birbirinden çok farklı yetenekler. Hatta birbiriyle çatışan yetenekler. Seçimleri genellikle en fazla yalan söyleyen, en fazla hamaset yapanlar kazanıyor. Onlar da toplumları akıllı bir şekilde yönetemiyor. Bu felakette bunun çok fazla örneği karşımıza çıktı.
Demokrasinin bu büyük açmazının bir çözümü var. Devletleri ya da oluşacağını düşündüğüm şehir devletlerini “spor kulüpleri” gibi yönetmek. Spor kulüplerinde bir yönetici grubu seçiliyor ama takımı bir profesyonel ekip yönetiyor. İngiliz milli takımını bir İzlandalı, Türk milli takımını bir Romen, Güney Kore takımını bir Alman maçlara hazırlıyor. Şehirlerin ve devletlerin farklı uluslardan, “yıllık” kontratlarla çalışan “teknik adamlar” tarafından yönetileceği bir döneme mecburen geçeceğiz. Bu salgının, bu tür değişimleri hızlandıracağına inanıyorum.
Tarihin en büyük dönüşümlerinden birinin provasını da bu felakette yaşadık. İnsanlar çaresizce evlerine kapanınca, “üretim zincirinden” insan çekilmek zorunda kaldı. İnternet sayesinde insanın üretime zihinsel katkısı artarken, fiziksel katkısı çok azaldı. 21.yüzyılda insanlar bedenleriyle çalışmayacaklar. Yeni bir iktisat düzeni keşfetmemiz gerekecek, bunun kaçınılmaz bir mecburiyet olduğunu da yaşayarak anlıyoruz. Bir kısım insan harcayamayacağı kadar paraya sahipken bir kısım insan parasız ve korunmasız kalmasının “ortak” bir felaket yaratabileceğini öğreniyoruz. Çin’deki pazarcıyı kurtaramıyorsan İngiltere’deki başbakanı da kurtaramıyorsun. Üç Silahşörler’in, “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için,” diyen mottosunu yeniden keşfediyorsun.
Bu, büyük bir zihniyet mutasyonu yaşamamıza yol açacak bence. Kendini korumak istiyorsan karşısındakini de koruyacaksın. Bencillik edersen ölürsün. Bu salgın bize bu gerçeği öldürerek öğretiyor: Çinli pazarcıyı koruyamazsan kendini de koruyamazsın! İnsanla insanlık arasındaki uçuruma köprülerin kurulacağı yeni bir bilinç düzeyinin ilk aşaması bu.
Böyle bir zihniyet mutasyonu bütün kavramları ve ilişkileri de değiştirecek. “Başkasına kötülük etmenin kendine kötülük etmek” olacağını kavrayan yeni bir insan türünün içimizden doğması gerekecek. Bunun nasıl bir değişim yaratabileceğini düşünebiliyor musunuz?
İnsanlar belki de ilk kez bu salgın sonucunda, insanlık denilen büyük bir akışın parçası olduklarını, ülke, din, dil, ırk farkılılıklarının anlamsız kaldığını, Kamboçyalı kayıkçıyla Amerikan başkanının, Fransız zenginiyle Türk manavın, İtalyan kontla Hintli paryanın aynı çaresizliği ve korkuyu paylaştığını böylesine aydınlık bir bilinçle kavradı.
Bu virüs, sadece benim gibi yaşlıları değil yaşlanmış bütün kavramları, inançları, düşünceleri, yapıları da yıkıyor.
Yeni bir dünyanın, daha da önemlisi yeni bir insanın oluşacağı bir eşiği acıyla aşıyoruz.
Şu andaki büyük sarsıntının ortasında ben gelecek için iyimserim. Söylediklerim bir ütopya değil. Bir salağın iyimserliği de değil. Söylediklerimin gerçekleşeceğine inanıyorum, bunları benim göremeyeceğimi de biliyorum. Bunları, benim yaşımdaki insanları öldüren salgının hızlı saldırısını bir hapishane hücresinde beklerken yazıyorum. Kendim için değil ama bir parçası olduğum insanlık için iyimserim.
Geçen Kasım ayında hapishane yönetimi bize öğlen yemeğiyle birlikte bir turp verdi. Hücre arkadaşım turpu bir kâğıt bardağın içine koyup, penceredeki demir parmaklığın dibine bıraktı. Turp orada çürümeye başladı. Geçenlerde turpun içinden yeşil bir filiz belirdi. Filiz uzadı. Filizin ucunda minicik beyaz çiçekler açtı. Her sabah kalkıp o çiçeklere bakıyorum. O muazzam klişeye şahit oluyorum: Turp hem ölüyor hem doğuyor. Zavallı bir turp kendi ölümünden yeni çiçekler yaratıyor. Ölürken iyimserliğini kaybetmeden geleceğe uzanmaya uğraşıyor.
Belki siz bu yazdıklarımı okurken ben de hastalanmış olacağım.
Ama ne fark eder?
Bir kâğıt bardakta ölen bir turp bile çiçek açabiliyorsa hapisteki bir ihtiyar da iyimser olabilir.
Bir turptan daha ümitsiz olacak değiliz ya…