Gökteki ay gün gün eksiliyor.
Eksiliyoruz.
Ramazan da veda hazırlığında.
Üç aylar bitiyor.
Ömürler gibi…
Bizleri dünya gurbetinde bırakıp giden dedeler, nineler, analar, babalar gibi…
Her gün eksiliyoruz, yalnızlaşıyoruz.
Dün birlikte sahura kalktıklarımız birlikte bir sofranın etrafında toplandıklarımız bugün yoklar.
Yıllar geçtikçe simaları bile siliniyor.
Daha altı yaşında iken uçsuz bucaksız bir çöl yolculuğunda annesini kaybeden Kutlu Nebi’nin “annemin yüzünü unutmaktan korkuyorum” dediği gibi, sevdiklerimizin yüzlerini unutmaktan korkuyoruz.
Siyah beyaz eski fotoğraflar da olmasa bütün bütün unutacağız.
Sahilden uzaklaşan gemiler gibi hatıralar gittikçe uzaklaşıyor.
Dün, gaz lambasının loş ışığında mütevazı köy camisinde birlikte saf tuttuklarımız, yoklar artık.
Yanımız yöremiz boşalıyor.
Babamı kaybedeli çeyrek asır oldu.
Daha düne kadar toprak evde bizi bekleyip duran anam da bu meşum sürecin ilk günlerinde bizi bırakıp gitti.
Hatıralarımızın ışığı söndü.
Toprak evin kerpiçlerini kendi elleriyle kesen, çamurunu kendi elleri ile karan, taşlarını omuzlarında taşıyan, pencereden bakıp duran, küçük bahçesinde kanepeye oturup yolumuzu gözleyen anam da yok artık.
Duvarın bir köşesinde dayalı duran yaba, harman yerinde yıldızların altında yattığımız gecelerden, seher vakti esen poyrazlarda savurduğu harmanlardan haber veriyordu.
Hala aynı yerinde duruyor mu acaba.
Bir zamanlar, gün boyunca, bağda bahçede çalışan kadınların yorgun kolları, maharetli elleri ve tertemiz yüreklerinden dökülen coşkun türkülerle döndürdükleri değirmen taşları, bahçe yolunun iki kıyısında öylece duruyordu.
Onlar da yerinde duruyorlar mıdır?
Gecenin karanlığında, mahalleye yayılan o yanık türküler; kederleri, sevinçleri, gizli sevdaları, evlerin tadını, kızların ismetini, kahramanların kuvvetini söylerdi.
Kadınlar, kızlar yine o yanık türküleri söylüyorlar mıdır?
Yorgun duvarlarda ağır bir kolye gibi asılı duran sapsız kürek ve kazmalar geçmişte kendileri ile yapılan güzel işlerden ve güzel günlerden haber veriyordu.
Bahçedeki kayısı ağacının komşu avluya uzanan dalında asılı duran, üzerine yağan yağmurlarla küf bağlamış tırpan; yaz güneşinin darağacı gibi başımıza dikildiği dakikalarda, birlikte ekin biçtiği günleri yâd ediyordu.
Şimdi ne haldedir?
Bilhassa yazlar, bizim için biraz annemiz, biraz köyümüz, biraz da çocukluk anılarımızdı. Kendimizi bulmaya, çocukluklarımızı yaşamaya giderdik.
İşte bu çocukluk anılarının sergilendiği toprak evin ışığıydı anam.
Titrek bir ışık…
Sanki bin yıldan beri hep yanıp duran bir ışık.
“Bir gün o ışık sönecek, anılar karanlığa gömülecek” diyen sinsi bir his sızlatır dururdu yüreklerimizi…
Şimdi bütün mevsimler kış.
“Hazan ağlar baharımızda”
Sahur vakti, köyün yoksul evlerinin ışıkları bir bir yanardı.
Arap Osman’ın sahur davulu köyü inletirdi.
Ne güzel ne coşkuluydu çocukluğumuzun köy ramazanları.
O günler ne güzel günlerdi.
Daha ilk günden bir Ramazan neşvesi sarardı fukara köyü. Ruhaniyet yağardı toprak evlerin üzerine.
Göklerden melekler inerdi sanki.
Her akşam, mabedin şırıl şırıl akan şadırvanın başında toprak evlerden gelen iftariyelik katmerlerle açardık oruçlarımızı,
Bir yıl boyunca gaz lambasının aydınlattığı camide, ramazanda lüks lambası yanardı.
Caminin camlarından, köyün karanlık sokaklarına yayılırdı ışıklar.
Teravih vaktinde, yaşlısı genci, kadını kızı çamurlu yollardan akın ederdi mütevazı mabede.
Kadınlar, sadece Ramazan’da gelirlerdi.
Bütün köy halkı; kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla orada toplanırdı. Mütevazı mabet yıl boyunca kendine pek uğramamış yeni misafirlerine ayrı bir özen gösterirdi.
Mehmet Hoca’nın lüks lambasının tıslamaları arasında hicaz-hüzzam karışımı kıldırdığı teravih namazlarının hazzı hala damağımızda duruyor.
İlkokulu bitirdikten sonra şehir Ramazanları ile tanıştım.
Şehirde Ramazanlar daha bir başkaydı.
Camiler ışıl ışıldı. Mahyalar süslüyordu minareleri.
Bütün camilerde aynı anda başlayan ezanlar…
Her şey köyden çok farklıydı.
İzmir, Antalya, Van ve Ankara’dan sonra İstanbul Ramazanları ile tanıştım.
Diğer şehirler hemen birbirine yakındı. İstanbul Ramazanları ise bir başka güzellikteydi.
Son yıllarda farklı kurum ve kuruluşların iftar sofralarının menü zenginliğine farklı kesimlerin katılımları bambaşka bir zenginlik veriyordu.
Büyük otellerdeki kalabalık iftar sofralarında farklı kesimleri temsil eden iş adamları, akademisyenler, sanatçılar, gazeteciler, sporcular…
Daha da önemlisi semavi dinlerin temsilcileri ve dini liderlerin katılımları da bu iftarlara ayrı bir renk katıyordu.
Epey bir zamandan beri Ermeni Patrikliği ve Musevi Hahambaşılığı da kalabalık gruplara iftar yemekleri vermeye başlamıştı.
Mehmet Altan’ın “işte Türkiye fotoğrafı bu” dediğini hatırlıyorum.
Nur Vergin’in “Bir kaç yıldan beri oruç tutmaya başladım. ”Müslümanlar beni ne zaman fark edecekler?” diye düşünüyordum. Bugün bu fark edilmenin hazzını yaşıyorum.” Sözleri oldukça anlamlıydı.
Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in, “işte özlediğimiz Türkiye, barış çok da uzakta değil” dediği o güzel günler…
Son yıllarda iftar sofraları başta Avrupa Parlamentosu olma üzere dünyanın önemli merkezlerine taşınmıştı.
Galiba bu vesile ile ilk defa Avrupa Parlamentosu’nda ezan okunmuş, farklı dinlerden pek çok önemli simalar bir araya gelerek Evrensel Barış adına önemli mesajlar vermişlerdi.
Avustralya Parlamentosu’nda ve İngiltere Lordlar Kamarası’nda da iftar programları tertip edilmişti.
Amerika Başkanı Bush da Müslümanları Beyaz Saray’a iftara davet etmişti.
Bütün bunlar bize dünyanın ramazanlaştığını gösteriyordu. Ramazanın ruhaniyeti sarıyordu bütün bir dünyayı.
İftar sofraları unutulmaya yüz tutmuş barış medeniyetinin ilk kıvılcımlarını tutuşturmuş, yıllarca bir araya gelemeyenler, iftar sofralarında buluşmuş, küllenen bir kültürün alevleri ramazan akşamlarında yeniden harlanmıştı.
İftar topları, barış, sevgi ve dostluk için patlamaya, mahyalar da, aydınlık bir dünya için ışıldamaya başlamıştı.
Ülkemiz bir barış ve huzur cennetine dönmüştü.
Bunu çok gördüler.
Neyse…
O günler güzel günlerdi.
Allah nasıp ederse yarım kalan hayallerimizi tamamlamak için bir gün döneceğiz.
Sevdiklerimizin simaları yavaş yavaş silinse de, “İşte Türkiye fotoğrafı bu” sözleri hiç silinmeyecek şekilde hafızalara kazınacak.
Ama ben o gün yine çocukluğumdaki katmer kokulu ramazanları özleyeceğim.
Merhum Mukbil Özyörük Hoca: “Ne elektrik sobası ne de kalorifer; hiçbiri odun sobası kadar ısıtmıyor beni. Ben hâlâ odun pazarından gidip aldığım odunlarla iliklerime kadar ısındığım günleri arıyorum” demişti yıllar önce.
Nedense sobanın köz gibi kızardığını görmeden, odunların yanarken çıkardıkları çıtırtıları duymadan iliklerimize kadar ısınamıyoruz.
Nedense büyük şehirler sarmıyor bizi, hele gurbet şehirleri hiç ısıtmıyor yüreğimizi.
Belki de aşırı alıngan olduk…
Antalya’nın sıcağında, Sibirya’nın soğuğunda, İstanbul’un büyük otellerinde ve Avrupa Parlamentosunda iftar sofralarında bulundum.
Ama ben hâlâ köy camisinin şadırvanı başında su şırıltılarına karışan katmer kokulu ramazanları özlüyorum.
Başta Yusuflar olmak üzere sevdiklerimize ve özlemlerimize ramazan bitmeden kavuşmamız dileği ile.
haruntokak@gmail.com