Zekiye Ataç, yunmuş yıkanmış beyazlara bürünmüş oğlu Ahmet’e gasil hanede son defa sarıldı ve “oğlum bu yaşadıklarımızı, hapishanedeki binlerce bebeğin yaşadıklarını anlat Allah’a” diyerek veda etti.
Ey vicdan sahipleri!
Vicdanların harekete geçirmesi için kaç Ahmet’in daha ölmesi gerekir?
Öfkenizin susup vicdanınızın konuşacağı zaman gelmedi mi?
Bu sözler Mümin kalbi taşıyanlara;
-Haklı veya haksız- öfkesini teskin edebilenlere; “Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin.”(Maide, 8) ayetinin gereği olarak âdil olma kaygısı taşıyanlara;
Ordusu Mekke’ye ilerlerken yolda yavrularını emziren bir köpek gördüğünde ezilmesinler diye başına bir sahabiyi nöbetçi diken peygamberin ümmeti olduğunu dile getirenlere;
Cemaatle namaz kılınırken bir bebek ağladığında annesinin üzüntüsünü kalbinde hissedip namazı hızla bitiren peygamberi sevdiğini söyleyenlere;
Mısır’da şehit edilen Esma için ağlayanlara;
Filistinli kadın mahkûmlar için kalbi ürperenlere;
Doğu Türkistan’daki zulümden dolayı uykusu kaçanlara;
Bu “açık mektup”, “Evet, biz böyleyiz!” diyenlere…
Geçen gün, Ahmet Taşgetiren Ve Elif Çakır’ın programında bir dönem Tayyib Erdoğan’a en yakın isimlerden biri olan Prof. Erman Tuncer’i dinledim.
1974’ lerden tanırım kendisini. İlk Üniversite imtihanını için İstanbul’a geldiğimde benim gibi Anadolu’dan gelen gençlere ateşli bir konuşma yapmıştı. İmanlı bir neslin kavgasını verenlerdendi.
Erdoğan’ın eski dava arkadaşlarını terk ettiğini, yalnızlaştığını ve bunun da kendi tercihi olduğunu söylüyordu.
İnfaz yasasında, KHK’lılar konusunda yanlışlar yapıldığını, şiddete bulaşmış olanlar tamam ama hepimizin çocuğu bu okullarda okudu. Bu okullarda okumuş olmak ya da bankaya para yatırmak suç olabilir mi? diyordu.
“Peki, siz cumhurbaşkanına ulaşıp bu hukuksuzlukları anlatamıyor musunuz ?” Diye sordu Taşgetiren.
“Maalesef ulaşamıyorum. Onun sözünü dinleyeceği iki kişi biliyorum Emin Saraç ve Hayreddin Karaman”
Hayreddin Hocayı da tanırım. Yıllarca birlikte çalıştık. Samanyolu televizyonunun Yüksek İstişare Kurulu üyeliği ve başkanlığı yaptı. Hidayet Karaca film senaryosundan dolayı içerde yatarken nasıl rahat yatıyor diye merak ediyorum.
Bu hizmetin okullarını görmek için Avusturalyalara kadar giden, şiirler yazan bir insan bu kadar hukuksuzluğa nasıl suskun kalabilir anlamıyorum. Uyuşturucu tacirleri, mafya babalarını kapsayan af Hidayet Karaca’yı kapsamıyor.
Bebekleri kapsamıyor. Öğretmenleri, öğrencileri, kermes yapan kadınları kapsamıyor.
Evet, öfkenizin susup, vicdanınızın konuşacağı zaman gelmedi mi?
Bülent Arınç’ı tanırım. Türkçe olimpiyatlarında yaptığı konuşmalar uğulduyor kulaklarımda. Vicdanlı bir insan olduğunu biliyorum.
Geçen gün, “bu gidişle başörtülülerden nefret edecekler” diyordu. Bırakın başörtüsünü sizin yüzünüzden insanlar dinden nefret etmeye başladılar. “KHK bir facia” dedi. Ertesi gün vazgeçti.
Özgül ağırlık bunu gerektiriyor olmalı. Sen ölümü avuçlamış bir insansın. Ergenekon kıskacındaki bir iktidarın yanında durmak, masum insanlara yapılan zulme susmak hatta savunmak ancak Hüseyin Gülerce ya da Özlem Zengin olmakla izah edilebilir.
Din dün vardı bu gün de var yarında var olacaktır. Din olduğu sürece cemaatlerde olacaktır. Ülkenin maddi zenginliklerini yok ettiniz bari manevi zenginliklerine kıymayın. Onlar yeniden sizin katlettiğiniz değerleri ihya ederler.
Geçen gün çok acılar yaşamış bir öğretmenin sözleri canıma dokundu.
“Hocalar ve ilahiyatçılar yangına körükle gitmeselerdi insanlar bu kadar acı çekmezlerdi.”
Ne yazıktır ki, Metin Balkanlıoğlu, Ömer Döngeloğlu, Hasan Karakaya halkı tahrik ettiler. Halkı masum insanların üzerine saldılar. Uzlaştırıcı bir dil kullanabilirlerdi.
Gittiler.
Ahmet Burhan Ataç, Gökhan Açıkkollu ve daha yüzlercesi soruyordur orada “bizim suçumuz neydi?” diye.
Sahi suçları neydi bu insanların bilen var mı?
Ey vicdan sahipleri! Öfkenizin susup, vicdanınızın konuşacağı zaman gelmedi mi?
Ahmet Taşgetiren’i de tanırım. Aynı vakıfta görev yaptık. Aynı gazetede yazdık. Vicdanlı bir insan bilirim. Daha 2006’larda mevcut iktidarın baskısı ile kendi gazetesinde yazamaz hale gelmişti. Bugün Gazetesi’nde yazması için aracı olmuştum. Süreç başladığında tekrar orada yerini aldı. Vicdanı rahat bırakmadı. Kendi ifadesi ile “gözün üstünde kaşın var” dediği için işine son verildi. Şimdi bakıyorum da neredeyse o camianın hiç biri kendi kurdukları kendi büyüttükleri gazetelerde yazamıyorlar. Mustafa Karalioğlu, Yusuf Ziya Cömert, Mehmet Ocaktan, Hakan Albayrak, İbrahim Kiras, Elif Çakır ve daha niceleri.
Taha Akyol, Fehmi Koru gibi duayenleri kabul etmedi havuz bünyesi.
MAK Danışmanlık’ın Başkanı M. Ali Kulat’ın bir proğramda anlattıkları ise hepten can yakıcıydı.
“Özal zamanında yapılan bir ankette ‘acil olarak bir yere gitmek isteseniz çocuğunuzu kime emanet edersiniz?’ diye bir soru soruluyor.
İlk sırada hoca, kuran kursu öğretmeni çıkıyor.
Bu gün biz aynı soruyu sorduk maalesef ilk onda din adamı yok bu acı bir tablo. Dinin ve ahlakın içi boşaltılmış durumda” diyor.
15 Temmuzda AKP İstanbul İl Başkanı olan Temurçi’nin dediği gibi: “Dava için yola çıkanlar yoldan çıktı. Gücü kendi ellerinde toplamak için Güç dengelerini, dini ve kutsalları kullanarak yok ettiler. Amaç için her aracın kullanılabileceğini gördük. KHK’lılar ile helalleşmeden yeni bir gelecek inşa edemeyiz.”
Ey vicdan sahipleri! Birer-ikişer konuşuyorsunuz ama seslerin, ormanların uğultularına dönüşeceği gün gelmedi mi?
Yüzlerce tutuklu bir başkasının yakını olmak, aynı soyadını taşımak, ‘filanın kızı’ veya ‘falanın oğlu’ olmaktan dolayı içeride tutuluyor.
“Beraat-ı zimmet asıldır” bir Mecelle kaidemizdi.
Bu kaidelerimizin hepsi hâk ile yeksan oldu.
On binlerce insan aylarca hatta yıllarca iddianamesi hazırlanmadan hapiste tutsak ediliyor.
Evrensel hukuk hatta cari hukuk göz göre göre çiğneniyor.
Mesela 5275 Ceza İnfaz Kanunu’nda “Hapis cezası, gebe olan veya doğurduğu tarihten itibaren altı ay geçmemiş kadınlar hakkında geri bırakılır.” deniyor.
Ama buna rağmen yüzlerce kadın bebeğiyle hapiste.
Başında jandarma bekleyen kelepçeli hamile kadınlar oldu.
200 bin insan KHK’la ile işinden atıldı.
Milyonlara baliğ bir mağdur kitlesi oluştu.
Yapılanlara dayanamayıp intihar edenler oldu.
Yüzden fazla insanın kanser veya bir başka sebeple hapishaneden cesedi çıktı.
200 binden fazla kadın erkek ve bebek mahkûm gayr-i insani şartlar altında hapiste tutuluyor.
Ve şimdi hepsi korona tehdidi altındalar.
Af yasasıyla kâtiller, dolandırıcıları ve mafya üyeleri tahliye edildi. Ama bu masum insanlar hâlâ hapiste.
Kamuoyu desteği veya kamuoyu suskunluğu olmadan hiç bir zulüm devam etmez.
Evet, öfkenizin susup, vicdanınızın konuşacağı zaman gelmedi mi?
Kur’an’da yapılan zulümlere karşı çıkan, itiraz eden bir “mü’min” şöyle der:
“Rabbim Allah’tır dediği için onu öldürecek misiniz?”(Mü’min, 28)
Bu soru bir gün dönüp size geldiğinde ne diyeceksiniz?
“Bu yapılanlara itiraz edebilirdin, niye etmedin?”
“Sen sözü ve sazı dinlenen bir insandın, niye bu gücünü kullanmadın?”
“Sen tartışılmaz bir dini otoriteydin. Tek bir açıklamanla belki de binlerce insan zulümden kurtulacaktı, neden tek kelime etmedin?”
“Yüksek mahfillerde tanıdıkların vardı. Pek çok şeyi engelleyebilirdin, niçin bunu kullanmadın?”
Böyle çok soru gelebilir.
O gün ne diyeceksiniz?
“Zulümden uzak durun. Zira o, kıyamet gününde insanı boğacak ve bunaltacak üst üste karanlıklar şeklinde onun karşısına çıkacaktır.” Hadisi yeterince ürpertici değil mi?
Ey vicdan sahipleri! Öfkenizin susup, vicdanınızın konuşacağı zaman gelmedi mi?