CUMALİ ÖNAL-TR724.COM
Onu hep şalvarlı ve yelekli haliyle bildim. Hiç çıkarmadığı köşeli şapkası, köçekli saati, arkasına bastığı ayakkabısı imajının bir parçasıydı. Göz çukurundaki gözlerini belli belirsiz hale getiren upuzun kaşları, gür ve ağzına giren kırlaşmış bıyıkları onu sert görünümlü yapıyordu. Her zaman tıraşlıydı. Evlerimiz karşı karşıya olduğundan hiç dilinden düşürmediği kılamları* ve “Fatee“ diye seslenmesi evimizin içinde yankılanırdı. Sözlerini hiç anlamadığım o Kürtçe kılamları hep dertliydi.
Namazlarını camide kılardı. Sabah ezanıyla birlikte ailesi ile birlikte bizi de uyandırırdı mırıldanmaya başladığı kılamlarıyla.
Fate kahvaltı hazırlayana kadar 25-30 haneli mahallemizi şöyle bir iki kez turlardı.
Kendisini öyle işe giderken gördüğümü pek hatırlamam. Son zamanlarda kiraladıkları bir bahçeden ot dermeye gittiğini görmüştüm Fate ile birlikte.
İki katlı evinin köşesine yerleştirdiği büyükçe beyaz taşın üzerine çömelir, kutusundan çıkardığı Çelikhan tütünü sarardı. Çok geçmeden etrafında toplanan insanlar… ve sonrasında saatler süren sohbetler…
Biz çocuklar için de onun evinin köşesi buluşma noktamızdı. Oynadığımız saklambaçlarda o beyaz taşın yanıbaşındaki elektrik direğini sobelerdik.
İki de kekliği vardı. Çoğu zaman o taşın üzerine yerleştirir, yuvalarından başlarını çıkaran keklikleri elleriyle beslerdi. Bazen sırtında kırması keklik avından dönerken görürdüm onu.
Sanırım Ollo Dayı’yı Ollo Dayı yapan ayrılmaz parçası Fate’ydi. Ona göre oldukça kısa, ama hamarat mı hamarat bir kadındı. Hala sayılarını bilmediğim çocuklarına bakmak yetmezmiş gibi evin tüm yükü de onun sırtındaydı. Hiçbir gün şikayet ettiğini görmezdim. Kocası ne kadar gür sesliyse o da o kadar yumuşak ve sessizdi. Dünyada onlar kadar birbirini tamamlayan bir çift yoktu sanırım.
Ollo dayı çoğunlukla gezip tozarken onu ya odun taşırken, hayvan yemlerken, ya da her öğün yediklerini sandığım o bulgur pilavından pişirirken görürdüm evin önündeki dutun altında yaktıkları ateşin üzerinde.
Hayat dolu bir aileydi. Çocukları da en az onun kadar esprili, insan canlısıydı. Yediden yetmişe herkesle iletişim kurardı. Hele çocukları sevmek için o peşlerinden koşması… Bazı çocuklar ağlayınca hemen durur, uzaktan seslenerek sevmeye çalışırdı.
En büyük zevklerinden biri mahallemize adını veren Taşpınar’dan avuç avuç su içmekti. Derin bir ohh çektikten sonra kaşlarını ve bıyıklarını düzelttiği ıslak elleriyle yüzünü de güzelce bir meshederdi.
Üniversite ve sonraki iş yaşamım ister istemez beni o hayat dolu mahalleden uzaklaştırdı. Her yaz ailemi ziyaret için Taşpınar’a gittiğimde gözlerim ilk onu arardı. Sesini duymak, sokakta yürürken görmek, hatta yarım yamalak bildiğim Kırmanci ile onunla birkaç kelime sohbet etmek bana büyük bir haz veriyordu. Çocukluğumu onda buluyordum belki de.
Sonraki yıllarda hayat çoğumuzu olduğu gibi beni de güz mevsiminde savrulan o kuru yapraklar gibi uzak diyarlara attı. Ziyaretlerin sayısı azaldı. Artık her yaz ben gitmiyor, annemi davet ediyordum.
En son Ollo Dayı ile Fate’yi geçmişimi, çocukluğumu, güzel günlerimi geride bırakmak zorunda kaldığım 2017’de gördüm.
İkisi de iyice yaşlanmıştı. O dertli kılamlarını artık daha az söylüyordu. Yaşıtlarının çoğu mahallenin üst tarafındaki mezarlığa taşınmıştı. Zaten o köşedeki beyaz taşı da kaldırmışlardı.
Birgün duydum Ollo Dayı ölmüş. Derler ya insan bazılarına ölümü yakıştırmaz, onların hiç ölmeyeceklerini düşünür diye. Bu söz Ollo Dayı içindi sanırım. O kadar hayat doluydu ki, ölümün onun da kapısını çalacağını düşünmemiştim.
Ollo Dayı’nın ölümü geçmişimden koca bir kayayı söküp atmıştı. Onun ölümü belki de ilk kez gurbet acısını derinden yaşattı bana.
Geçtiğimiz günlerde fotoğraf arşivimi karıştırırken baba ocağı evimizin dibinde onu çektiğim bir fotoğrafına denk geldim. Canlı kanlı karşımda duruyordu. O sert bakışının altındaki çocuksu ruhu hala yerli yerindeydi.
Bilmiyorum, birgün yine, göz açıp kapayıncaya kadar geçen o çocukluk günlerimi geçirdiğim Taşpınar’a yolum düşer mi? Gitsem ne olacak ki? Hala daha gerçek isminin ne olduğunu bilmediğim Ollo Dayı’sız mahallede durabilir miyim, emin değilim.
Zaten çocukluğumuzda kayalıklarının arasında koşturduğumuz Gelincik Tepesi’ne şehirleri yutan hayalet TOKİ’nin girdiğini duydum, elemim bir kat daha arttı.
Geçmişimizden koparılıp atılmamız yetmezmiş gibi bir de izlerini betonla kapatıyorlar.
Hepimizin hayatında bir Ollo Dayı vardır muhakkak. Belki de onların varlığı bizi geçmişimize bağlıyor.
Ama üzerimizden geçen silindir, çoğumuzda duygusal travmalar meydana getirdiğinden belki o duyguları da kaybettik. Kimimizin hayallerini süslerken geri dönüş yolculuğu, kimimiz yeni vatanlarımızı yurt edinmenin uğraşı içindeyiz.
Nice nice sahabeler göz yaşları içinde tıpkı Efendimiz gibi gözlerinin nuru Mekke’yi terkederken, defalarca arkalarına dönüp “Nolursun Mekke bizi bırakma“ diye haykırmamışlar mıydı?
Bizler de öyle değil mi? Meriç’ten geçinceye kadar “Allah’ım bir mucize olsa da vatanımı, topraklarımı terketmesem“ diye sürekli arkamı dönüp bakmıştım. Bir elin omuzuma değerek, “Gel, herşey değişti, gitmenize gerek kalmadı“ demesini bekledim içime akıttığım gözyaşlarımla.
O mucize gerçekleşmedi. Ama kimbilir, belki Efendimiz gibi bir dönüş nasip edecektir Yaradan!
Ben o umudu hiçbir zaman yitirmedim.
Bu vesileyle Ollo Dayı ve cümlesine Allah rahmet eylesin.