Dr. Ferhat Acar
Ülke olarak sıkıntılı bir süreçten geçtiğimiz hepimizin malumudur. Bu süreçte çok daha dikkatli ve yapıcı olmamız beklenirken, yerel hastalığımızın nüksettiği şu günlerde herkesin her konuda ileri geri konuştuğuna üzülerek şahit olmaktayız.
Bu kısa makalede güncel tartışmaların siyasi boyutunu bir tarafa bırakıp son günlerde Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ilmi şahsiyeti ve rehberliğini yaptığı küresel hareketin İslam algısıyla ilgili çıkan bazı yazı ve haberler ışığında birkaç noktaya değinmek istiyoruz. Şayet Hocaefendi hakkında yapılan söz konusu değerlendirmeler, İslami entelektüel birikimi sadece M.A. Ersoy ya da N.F. Kısakürek’ten ezberlediği beş on mısrayla sınırlı kimselerden gelmiş olsaydı, sessiz kalmayı tercih edebilirdik, fakat bazı sözde İlahiyat uzmanları tarafından da benzer mülahazaların dile getirilmesi bu makaleyi zaruret haline getirmiştir. Hatırlatmakta fayda vardır ki özellikle kurgu darbe sonrası gerçekleştirilen itibar suikastı bu makalenin konusu değildir. Ayrıca son altı yedi yılını Sn. Gülen’in sayıları 70’e ulaşan eserleri üzerinde çalışmaya hasreden bir kişi olarak bu konuda şuf’a hakkımızın olduğu kanaatindeyiz.
Öncelikle belirtmekte gerekir ki, muhterem Fethullah Gülen’nin ‘Hocaefendi’ nisbesinin saygı ifade etmekle birlikte din alimi olma özelinde algılandığı için Sn. Gülen’in ilmi şahsiyetini ister istemez daraltmaktadır. Eserlerini baştan sona okuyanların rahatlıkla göreceği bir gerçek var ki, Sn. Gülen klasik anlamda bir medrese hocası ya da İlahiyatın dar uzmanlık kalıplarına sıkışmış bir akademisyen değildir. Pek çok konuda orta yolu ve ihtiyatı tercih eden Gülen’in eserlerine bakıldığında onun dogmatik ya da skolastik bir çerçevede hareket eden ilim adamı olmadığı da hemen farkedilecektir. Son zamanlarda inceleme imkanı bulduğum Gülen’in yetmişli yıllarda kendisine yöneltilen sorulara (bunların pek çoğu fıkhi meseleler hakkındadır) verdiği cevaplara bakıldığında, İslam dünyasının ancak 90’lı yıllarda gerçekleştirdiği uluslararası ilmi istişare toplantılarında benzer sonuçlara ulaşabildiğini hayretle müşahede ettim. Bütün bunlara rağmen Hocaefendi kendisinin bir fetva makamı olmadığını, bu tür mevzuların ya Diyanet İşleri Başkanlığına ya da İlahiyat camiasının önde gelen isimlerinden oluşacak âli bir heyete (ortak akıl) tevcih edilmesi gerektiğini defaetle ve ısrarla tekrarladığı herkesin malumudur. Sn. Gülen’in bugün siyasete sadece ruhunu değil vicdanını da satan bu kurum ve idarecilerine karşı aynı duygu ve düşünceyi taşıyıp taşımadığını bilmiyorum ama bildiğim bir şey var o da muhterem Hocaefendi’nin o günkü bu tavrı onun tevazuunun doğrudan yansıması sayılabilecek bu tavsiyesinin kesinlikle bir yetersizlik emaresi olarak görülmemesi gerektiğidir. Sn. Gülen’in sadece özel ders halkasında okuttuğu eserlere bakıldığında, Hocaefendi’nin İslami disiplinlerin her alanında söz söyleyecek donanıma sahip olduğu rahatlıkla görülecektir. 2010 yılında Kahire’de katıldığım ‘Islah’ın geleceği ve Gülen (Hizmet) hareketinin tecrübesinden istifade’ başlıklı konferansta bu konuda bir sunum yapan Mısırlı Profesör İbrahim Beyyumi, Ezher ulemasının Gülen’in okuttuğu kitapların öşrü mişarını okutmadığı vurgusu hala kulaklarımda çınlamaktadır. Şayet Dr. Ergün Çapan’ın Yeni Ümit Dergisinde (ki günümüz haramileri tarafından el konulmuştur) yayımladığı makalesinde verilen listeye bakılacak olursa benzer bir gözlemi Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri için de rahatlıkla söyleyebiliriz.
Hocaefendi’nin ilmi kişiliği ve yıllardır sürdürdüğü çalışmalar ve tecrübelerini eserlerine nasıl yansıttığı konularıyla ilgili birkaç hususu özetlemekte fayda vardır. Öncelikle belirtilmelidir ki Sn. Gülen, eserlerinde paylaştığı pek çok yorumda onun klasik ve modern arasındaki ilişkiyi bir problem haline getirmekten ziyade birini diğerine feda etmeden dengeli bir yaklaşım sergilediği müşahade edilecektir. Bununla birlikte o sosyal, kültürel ve psikolojik problemleri işlediği her yerde güncel sorunlara doğrudan teması etmeyi de hiç ihmal etmemektedir. Yine İslami ilimlerde özellikle tefsir ve hadiste ayet ve hadislerin modern bilimin ışığında yorumlama ameliyesinde Sn. Gülen’in orta yolu tercih ettiği görülmektedir. O bu tür izahlarda tarihi geçmişin vermiş olduğu güvenle, doğuya ve batı’ya şirin görünme gibi bir eğilim içine de girmemektedir. Pek çok İslami disiplindeki usul konularına da benzer bir şekilde yaklaşmaktadır. Sn. Gülen’in eserlerinde keskin demeçler ya da ileride altından kalkılması güç ifadeleri bulmak mümkün değildir. Türkiye’deki şahit olduğumuz çok sayıda dini tartışmaların aksine Sn. Gülen, hiçbir meseleyi özümsemeden, kendi iç dünyasında ölçmeden, tartmadan kamuyla paylaşmamaktadır. Ele aldığı her meseleyi de en ince teferruatına kadar titizlikle incelediği konusundaki en büyük delilimiz ise mevcut çalışmalarıdır. Sn. Gülen’in hadis uzmanlığını kaleme aldığı makalesinde Amerikalı bir araştırmacı, onu entelektüel alim kategorisinde değerlendirmekte ve ele aldığı bir meseleyi ne ilk elden ret ne de hemen kabul etme gibi bir kolaycılığa düşmediğini, pek çok tartışmalı rivayetleri hem metin hem tarih, hem de hadisin önemli bir dinamiği olan rijal bazında yorucu fakat son tahlilde doyurucu sonuçlara vardığını söylemektedir. Çağdaş dönemin tipik reflekslerinden biri olan toptancılık illeti, Gülen’in terminolojisine yabancı bir olgudur. O yüzyıllardan beri süregelen tasavvufu, mezhepleri, pek çok İslami disiplin etrafında oluşmuş geleneği bir çırpıda yok sayan bir kimse de değildir. Gülen’in müctehid olup olmadığını müdellel bir şekilde ele alan bir başka araştırmacı da (dün dündür bugün bugündür diyen Faruk Beşer’i kastetmiyorum) ise, söz konusu şartları ortaya koyduktan sonra, Hocaefendi’nin ictihadı maksimum seviyede temsil ettiğini kaydetmektedir. Söz konusu araştırmacı değerlendirmelerine şu şekilde devam etmektedir: Sn. Gülen’in muazzam klasik müktesabatı ve maslahat anlayışı, ona çağdaş dönem İslam hukuku algısına yeni bir perspektif ve farklı zaviyeden bakma edimi kazandırtmıştır. Bununla birlikte Hocaefendi’nin bu yaklaşımı onu devasa bir İslam fıkıh geleneğini de gözardı etmeye sevketmemiştir. Özetle o, bir denge insanıdır.
Kanaatimce Sn. Gülen’i pek çok meslektaşından ayıran son bir noktaya işaret ederek bu faslı kapatmakta fayda vardır. Prof. Zeki Sarıtoprak’ın da haklı olarak işaret ettiği gibi Hocaefendi klasik ve modern dönemde İslam kelamını sosyalleştiren, seküler toplumda alanı gitgide daralan fıkhın amel boyutunu kelamla başarılı bir şekilde izdivacını sağlayan ender alimlerden birisidir. Gülen için İslam inancı ve kelam’ı kuru dogmatik tartışmalardan ibaret bir ilim değildir. Kelamın tek vazifesi de özgür düşünce adına Tanrı tanımazlığın arzı endam ettiği bir dönemde pek çok batılı ateist filozofa cevap yetiştirme ameliyesi de değildir. Bu çok önemli vazifenin yanısıra kelam’ın Gülen için önemli bir fonksiyonu da inanan insanlara sosyal sorumluğu ve mucebince amel etmeyi öğretmektir. Yıllar önce verdiği bir vaazında onun ‘ateş düştüğü yeri yakar ifadesi kafirce bir düşüncedir, çünkü ateş bir yere düştüğünde herkesi yakmalıdır’ anlayışı da iman-amel bütünlüğünün enfes bir yansımasıdır. Bu nedenle rehberliğiyle hareket eden cemaatin eğitimden sağlığa, yardım kuruluşlarından kültürel faaliyetlere kadar hayatın her alanını kuşatan etkinlikleri bu salih düşüncenin bir neticesidir. Müspet hareket şiarı ile imanların amele yansımasında Gülen’in rehberliği inkar edilemez. Bu salih düşünce ve aksiyona hançer saplayan fasit düşüncelere veyl olsun…
Geçenlerde çok yazan ve genelde benzer şeyleri söyleyen bir ilahiyatçının eski fakat ilginç bir makalesine şahit oldum. Allamemiz (!) yazısında Sn. Gülen ve haraketin bâtıni her türlü akımdan (İsmaili-Hasan Sabbah) tapınak şövalyelerine kadar geniş bir spektrumla ilgisini kurmakta hiçbir beis görmemektedir. Daha da ilginci ise, diğer Nur hareketlerinde de benzerliklerin varlığına dikkat çekmekle birlikte en azından onların yerelliğini teslim ederken Sn. Gülen ve rehberliğinde oluşan hareketin bu topraklara ait olmadığını buyurmaktadır. Bilmiyorum çok bilmiş yazarımız Sn. Gülen’in kaç kitabını okudu, fakat bana makalesi 50 yıl önce merhum Yaşar Kutluay’ın Üstad Bediüzzaman Said Nursi ve Risaleler hakkında kaleme aldığı bir yazısını hatırlattı. İslam Tetkikler Enstitüsü’nün dergisinde yayımlanan bu makalede Kutluay, Risale-i Nur hareketinin ve liderinin pek çok inanç ve aktivitelerinin Şii fırkalarla örtüştüğünden bahsetmektedir. Kutluay’ın sonuç cümlesi ise şöyledir: …Risaleler’de ileri sürülen ve dini mahiyet verilen fikir ve görüşlerin teker teker ele alınarak tenkidinin yapılması, gözü kapalı bu cereyana kapılanların çoğunu bu akıntıdan kurtaracaktır. Bundan sonraki çalışmalarımızda bu yola girişeceğiz.’ Makaleyle ilgili Editör Zeki Velidi Togan’ın bir sayfalık değerlendime notu da oturduğu yerden ahkam kesme bağlamında okumaya değer tarihi bir konudur. İlahiyatla elli yıl önce kan uyuşmazlığı yaşayan Risaleler ve etrafında oluşan hareketler Anadoluya yabancı algılanırken, bugün istisnasız yerel kabul edilmekte ve ilk defa göstermelik de olsa devlet eliyle de Risalelerin basımına şahit olunmaktadır. Moda tabirle baskının zamanlaması manidar bile olsa, yapılan iş takdire şayandır. Fakat burada dikkat çekici olan husus, yazarımızın ve onun gibi düşünenlerin, Sn. Gülen’in ana referans kaynaklarından biri olan Risalelerle arasını açmakta ve beslendiği kaynaklara bile onu yabancılaştırmakta tereddüt yaşamamalarıdır. Üstad ve Hocaefendi ilişkisini kaleme aldıkları pek çok çalışmada Batılı yazarların bile çok daha ikna edici yorumlarıyla karşılaşmaktayız. Onlara göre, Türkiye’deki müslümanların pek çok İslam ülkesine nazaran daha şanslı çünkü Türkiye’deki yerel mürşidlerin (local guides) hem kaliteli hem de çok ferasetliler. Etraflarında oluşan külli hareketlerden dolayı onların yerel mürşidlerden maksadı Bediüzzaman Said Nursi ile Fethullah Gülen Hocaefendi’dir. Hatta bu araştırmacılardan biri olan G. Barton’ın şu tespiti oldukça önemlidir: ‘Gülen, Nursi’nin bıraktığı yerden devam etmektedir. Şayet tarihsel olarak birbirleriyle yer değiştirseydiler, Nursi Gülen’in, Gülen de Nursi’nin yolunu takip ederdi’. Enterasandır ki, kaleme aldığı her çalışmasında Türkiye’deki ilahiyat çalışmalarının çeyrek asırlık enerjisini tükettiği ve hala marjinal bir konumda olan tarihselci Kur’an okumalarının hararetli savunucusu yazar, Nursi ile Gülen’in yaşadığı tarihsel şartları, modernitenin ürkütücü baskısını ve Nursi’nin 1911 yılında dile getirdiği fakat bugün başdöndürücü bir hıza ulaşan küreselleşme olgusunu söz konusu Gülen ve cemaat olunca kolaylıkla ıskalamaktadır. Şayet yazar kendisini bu topraklara ait görüyorsa –ki bana göre bu topraklar aittir, yazdığı ve söylediklerinin pek çoğu hazmedilir olmasa da Türkiye Cumhuriyeti’nde faaliyet gösteren modern İlahiyatın ürettiği tipik bir anamoli örneğidir-, muhterem Hocaefendinin öz be öz bu toprakların evladı olduğuna hiç şüphesi olmasın. İnsanın bu aşamada dinime söven bari müselman olsa diyesi geliyor.
Benzer bir kampanyanın Türkiye’de dini devlet nezdinde temsil eden kurumun tavrında da görmek mümkündür. Kimsenin niyetini okuma gibi bir gayemiz yok, fakat gelişen hadiselere bakıldığında Ali sevgisinden ziyade Ömer düşmanlığı hissine kapılmamak elde değildir. Temennim ve duam, İnşallah Sn Gülen’in bu topraklara aidiyetinin ve bu topraklara ait ses ve soluğun küreselleşen dünyadaki aksi sedası olduğunun anlaşılmasıdır. Merhum Kutluay’ın Hazreti Üstad hakkındaki mülahazasında olduğu gibi gerçekleri görmek için bir yarım asır daha bekleme zahmetine katlanılmamasıdır. Sn. Gülen’in duyarlı ve şuurlu bir müslüman olarak zaman zaman ahvali umumiyeye dair serdettiği beyanları beğenip beğenmeme konusunda herkes hürdür. İnsaf dairesinde söz konusu beyanları da tartışmaya açıktır. Onu yakından tanıyanların şehadetiyle pek çok ilmi ve sosyal konuda istişareye açık, müsademe-i efkarı bizzat kendisi teşvik etmektedir. Bununla birlikte Muhterem Hocaefendi’nin İslami kimliğini, ilmi otoritesini, namus olarak algıladığı ve bir milim şaşmadığı Maturidi-Hanefi (Sünni) çizgisini manipülasyona hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu konuda Hocaefendi’ye yöneltilecek eleştiriler adilane mülahazalar değildir. Hele hele mevcut eserlerini okuyup da bunlar dile getiriliyorsa apaçık bir bühtan, hezeyan ve iftiradır. Söz buraya gelmişken bazı köşe yazarlarımızın ferdi fantezilerinin bir yansıması olan ‘paralel din’ anlayışını Hocaefendi’nin şahsında temsil ettiği cemaate yamama gayretleri de bizleri oldukça şaşırtmaktadır. Şayet terminoloji sıkıntısı nedeniyle gerçekler dünyasında hiçbir anlamı olmayan bu ifadeyi kullanıyorlarsa, onlara tavsiyem sinni temyizden günümüze kadar irşad ile meşgul olmuş Muhterem Hocaefendi’nin Mirac-ı Nebeviye’nin gölgesinde durmadan usanmadan teşvik ettiği amudi (dikey) yükselişten bahsetmeleridir. Paralelin semantik havzasında mündemiç olan durağanlık Hocaefendi’nin metafizik gerilim anlayışında kendisine yer bulamaz. Kanaatimce paralel, değişen dünyayı okuyamayan, küçük olsun bizim olsun kuruntusuyla mahmur bir güruhun mefkure zannettikleri halüsinasyonun adıdır. Sn. Gülen özelde müslümanların genelde insanlığın evci kemali, gaye-i hayali adına farklı bir cihete insanları özendirmiş ve yönlendirmiştir.
Son olarak, Fas, Endonezya, Japonya, Kanada, İngiltere, Almanya, Kazakistan ve Güney Afrika gibi pek çok ülkeden Sn. Gülen’in İslami birikimi ve uzmanlığı ve temsil ettiği hareketle ilgili çok sayıda master ve doktora çalışması yaparken, sayıları yüze yaklaşan ilahiyat fakültelerinin bu küresel hareket ve fikir mimarı hakkındaki sahte darbe öncesi ve sonrasındaki duyarsızlığı, hassas olduğunu iddia edenlerin de peşin hüküm ya da usûlsüzlüğü gerçekten düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür. Hakikatin açığa çıkmasının ufuklarda belirdiği şu günlerde, ileride hazmetmede zorluk çekilecek her türlü keskin ifadelerden kaçınma dileğiyle.