12 Eylül sonrası Türkiye siyasetine ve topluma en fazla etki eden siyasilerin başında merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal geliyor.
Kenan Evren liderliğindeki darbecilerin kurguladığı toplum ve siyaset projesini başlamadan bitirmekle kalmadı; bambaşka bir model ortaya koydu. Ekonominin serbest piyasa şartlarına uyumunu koç başı olarak kullanırken, toplumsal serbestiyet ve düşünce özgürlüğü konusunda önemli açılımlar yaptı.
Emekli orgeneral Turgut Sunalp’in sağ iktidarı, Necdet Calp’in sol muhalefeti temsil edeceği kurgunun yerine çoğulcu bir ülke sözü verdi. İlk adım olarak da partisini dört eğilimin temsilcileriyle kurdu. Milliyetçi sağ, muhafazakar sağ, liberal ve sosyal demokrat isimleri çatısı altında birleştiren Anavatan Partisi’nin (ANAP) diğer özelliği de genç ve yurtdışı eğitimli isimleri siyasete taşımasıydı.
Mesut Yılmaz da genç, Almanya’da eğitim almış liberal bir isim olarak kurucular arasında yerini almıştı. Özal ve ANAP’ın serüveni ayrı bir yazı konusu, biz Yılmaz’ı ilgilendiren kısımdan devam edelim.
“Oynak Merkez”, Özal’ın siyasi literatürümüze kazandırdığı bir kavram. Siyasi yelpazede ağırlığı merkeze taşımayı ve marjinallerin etkisini azaltmayı amaçlıyordu. Daha doğrusu var olduğunu düşündüğü bir potansiyeli harekete geçirmeye çabalıyordu. Ona göre merkezde büyük bir seçmen kitlesi vardı ve bunlar takım gibi parti tutmayan, merkez partiler arasında rahatlıkla gidip gelebilen ve seçimin sonucunu belirleyen insanlardı. Bu aslında bir tespit olduğu kadar, temenni ve projeydi. Siyasi gerginliğin minimize edilmesi, toplumsal fay hatlarının enerji biriktirmesini engelleyecekti.
1987 referandumuyla yasaklar kalkıp eski tüfek siyasiler Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan ve Alpaslan Türkeş arenaya dönünce hesaplar altüst oldu. Sadece gerilim siyaseti alışkanlıkları değil; aynı zamanda Özal’a giden eski arkadaşlarını ve elbette seçmenlerini geri çağırmaları yüzünden, çarşı karıştı. Erbakan ve Türkeş milliyetçi ve muhafazakar seçmeni çekebilmek adına keskin ideolojik kutuplaşmaya öncelik verdi.
Demirel ise merkez seçmene yöneldi. Özal’ı ‘tapulu arazisine gecekondu yapan adam’ olarak gördü ve biraz da intikam hırsıyla oynak merkezin bütün dengelerini alt üst etti.
Bir yandan ideoloji öbür yandan Özal’ı yıkmak için her yolu mubah gören eyyamcılık tarafından çekiştirilen seçmen şaşkına döndü. Özal’ın cumhurbaşkanı olup Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte partisi dıştan gelen yıpratıcı rüzgarlara açık hale geldi. Özal da partisinin bölünüp küçülmesine yol açacak üst üste hatalar yaptı.
Dört eğilimi birleştirmek için yola çıkan parti, Türkiye ile paralel biçimde bölünmeye ve ayrışmaya başladı. Oynak merkez yerini oynak siyasetçilere bıraktı. Bu oynaklıktan en fazla nasibini alan ise Özal’dı. Kendisinden sonra genel başkan olmak için ’18 Türk büyüğü’nü yarıştırdı ama koltuğu hiç adı geçmeyen Meclis Başkanı Yıldırım Akbulut’a bıraktı.
Üzerinden bir buçuk yıl geçmeden partinin dümenine Mesut Yılmaz’ı geçirdi. Muhafazakarlar ile liberaller arasındaki yarış neredeyse bir kavgaya dönüştü. Özal, eşi Semra Hanım’ın da etkisiyle Yılmaz’dan yana tavır koydu; hatta Semra Özal İstanbul İl Başkanı bile seçildi.
Özal, seçimi kazanarak Köşk’te rahat oturmasını sağlar diye ANAP’a lider yaptığı Yılmaz’dan umduğunu bulamadı. 20 Ekim 1992’de yapılan seçimin galibi Demirel oldu ve SHP lideri Erdal İnönü ile birlikte hükümeti kurdu. Özal’ın hayal kırıklığı bununla sınırlı değildi.
Yılmaz, yenilginin faturasını Özal’a kesti ve partide onun izlerini silmeye koyuldu. Yılmaz’a göre merkez seçmen Özal ve ailesi yüzünden ANAP’tan uzaklaşmıştı. Oysa ailenin en büyük hatası Yılmaz’ı seçtirmek adına topyekûn sahaya inmesiydi. Seçim yenilgisini bahane ederek Özal’ın ama daha önemlisi onun döneminde yapılan pek çok önemli şeyin mezar kazıcısı oldu, Yılmaz.
Devletin ve siyasetin eski kodlarına dönmesine yardım ve yataklık etti. Bu redd-i miras ve 9 yıllık iktidarın başarılarından kolay vazgeçişi, ‘Amerikancı Özal’a karşı Almancı Yılmaz’ teorisiyle açıklayanlar ne kadar haklı bilemiyorum. Ancak fazlasıyla tuhaf ve akıldışı olduğunu söyleyebilirim.
Özal’ın ölümüyle birlikte Demirel, Köşk’e çıktı ve merkez iyice karıştı. Artık siyaset sahnesinde adı Yılmaz’la daha doğrusu onun rakibi olarak anılan bir lider vardı: Tansu Çiller. Oynak merkeze talip iki lideri, kah katıksız milliyetçi sloganları atarken, kah en ileri demokrasi manifestoları açıklarken gördük.
Çiller başbakan olduğunda ‘Kırmızı Kitap’ı adres gösteren de, ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer’ diyen de Yılmaz’dı. ANAP ve DYP, rüzgarın sürüklediği rotasız gemiye dönüşmüştü. Özal, oynak merkezi siyasetin belirleyicisi yapmayı düşünmüştü, ama proje oynak siyasi zemin ve siyasetçiyi netice verdi. Omurgasızlığı siyaset zannedenler sadece iki partiyi bitirmekle kalmadı, siyasetin sigortası konumundaki merkez seçmeni AKP’nin insafına terketti.
Son noktayı Mehmet Ağar-Erkan Mumcu ikilisi koydu ancak Yılmaz ve Çiller’in payı daha büyüktür.
Mesut Yılmaz kendi siyasi kariyerine ve partisine en büyük darbeyi 28 Şubat sürecinde vurdu. 1995 seçimlerinde Refah Partisi birinci parti olarak çıktı. Ancak Cumhurbaşkanı Demirel, hükümeti kurma görevini Erbakan’a değil ikinci büyük partinin lideri Yılmaz’a verdi. Yılmaz, DYP ile birlikte ANAYOL Hükümetini kurdu. Tansu Çiller’in yer almadığı kabine, güven oylaması sonrasında çıkan teknik bir tartışma sonucunda istifa etmek zorunda kaldı. Kurulan REFAHYOL Hükümeti, 28 Şubat postmodern darbesiyle yıkılınca DYP’den istifa ettirilen Demirelci milletvekilleri ve DSP ile birlikte ara rejim hükümetinin başbakanı oldu.
ANAP’taki erime ise hız kazandı; 1999 seçimlerinde yüzde 13’e 2002 seçimlerinde ise yüzde 5’e düşünce Yılmaz genel başkanlıkla birlikte aktif siyaseti bıraktı. ‘Horoz ölür, gözü çöplükte kalır’ misali 2007 seçimlerinde Rize’den bağımsız milletvekili seçildi. DYP ve ANAP’ı diriltme girişimleri sonuç vermeyince perde arkasına çekilip, oğullarının şirketlerine ihale takipçiliğine döndü.
Normal şartlarda portrelerde kronolojiye bu kadar yer vermiyorum. Mesut Yılmaz’daki farkın sebebi, olaylar zincirinin Türkiye’nin dönüşümü ve kendisi hakkında verdiği ipuçları.
Yılmaz kişisel hedefleri için her şeyi feda eden siyasetçi profilinin bütün özelliklerini taşıyan bir örnek. Partiyi ele geçirene kadar Özal’la ittifak kurup sonra ona vebalı muamelesi yaptı. Demirel’le işbirliği halinde 28 Şubatçılarla birlikte muhafazakar sağın yükselişini engellemeye çalıştı. Söz verdiği halde Demirel’e de 5 artı 5 müzakerelerinde kazık attı. Demirel’in ikinci kez seçilme hayallerini yıktı lakin Köşk’e çıkma planını hayata geçiremedi.
Tırmanma şeridindeki İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan’ı engellemek isterken imza attığı fahiş hatalarla daha fazla büyümesine yol açtı. Gerçekte çok güçlü bir dosya ve bugün artık okyanusa dönüşen havuz uygulamasının ilk örneği olan Akbil Davası’nda bir çuval inciri berbat etti. Yenişafak Gazetesi’nin sahipleri Albayrak Kardeşlerin evine yaptırdığı baskın ve işkenceli sorgular yüzünden dosya kamuoyu desteğinden mahrum yürüdü. Ve Akbil Davası, sonradan Yargıtay Başkanı olan İsmail Rüştü Cirit tarafından kapatıldı.
Susurluk Skandalı, Yılmaz’a devlet içindeki çetenin tasfiyesi fırsatını sundu fakat o, çeteyle uzlaşma ve kapatma yoluna gitti. Kutlu Savaş’a hazırlattığı raporu bile sansürledi. Başarabilse 1996’da Budapeşte’de yediği ve burnunun kırılmasına yol açan yumruğun da hesabını sormuş olacaktı. Yapmadı, belki de yapamadı; o yumruğun arkasının geleceğinden korktu.
Derin devletin piyonlarından Alaattin Çakıcı’yla birlikte Türkbank ihalesine fesat karıştırırken suç üstü yakalandı; başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. AKP’nin ilk döneminde 2004’te Yüce Divana gönderildi. Şartlı Salıverilme yasasından yararlanarak hükmün açıklanması ertelendi. Davanın devam ettirilmesi ve aklanma hakkını kullanmadı.
Özal, Demirel ve 28 Şubatçılarla kurduğu ittifaklardan sonra gemiyi güvenli ve getirisi yüksek Erdoğan limanına demirledi. Bu sayede ölümünden sonra yandaş medyanın ‘Yarasa Mesut’ yazmasından da kurtulmuş oldu.